CANER KUT
Yıllandıkça… Hafız |ÖYKÜ|
Genç: Çok uzaklara gidip geliyorum ihtiyar! Seni ise hep bu ağacın altında bekler görüyorum.
İhtiyar: Çok gençlikler gördüm evlat, hepsi senin gibiydiler; geldiler, gittiler.
İhtiyar (başını kaldırıp gölgesinde beklediği ağaca): Ben çok bekledim ama senin gibi de dal budak salmadım buralara.
Ağaç (dallarını hafiften sallayarak): Ne kadar da acelecisin ihtiyar; senin gibi kaçını gönderdim gölgemden, bir var bir yok olup geçtiler gittiler…
Ağaç (dallarının en uçlarına kadar esneyerek, eteklerinde bulunduğu tepeye): Ey dağ! Ben kök saldım, dal attım, yaprak verdim; sen ise bildim bileli böylesin.
Dağ (duruşunu hiç bozmadan): Ah dostum! Ben de senin gibi nice ağaçlar, ormanlar gördüm, hiç biri durmadılar. Nice karlar, yağmurlar, fırtınalar, rüzgârlar geçti de gittiler. İşte sen de onlar gibisin, bekliyorsunuz ama kalmayı bilmiyorsunuz. Rahmimden çıkan evlatlarım acelecilikten kurtulamıyorlar. Sürekli bir akış, bir yer değiştirme…
Dağ (varolduğundan beri yüksekte sessizce ve sabit olarak duran yıldıza): Ey yıldız! Sen hiç konuşmayacak ve esrarlı mı duracaksın? Hadi bir ışık ver de kurtar kendini bu sıkıntıdan,
Yıldız (yüzünde hiç eksik olmayan gülümsemesiyle göz kırparak; içinde bitmeyen ateşle, içten içe patlayarak ve çoktan ölmüş olsa da henüz haberi ulaşmadığından aslında görünmez bir âlemden): Sana ateşi, çekimi, demiri, altını, elektriği, aydınlığı hazırlayıp gönderen sayısız dostlarımdan haber vermek isterim. Seni daha henüz cıvık bir hamurken, dümdüz kaynayan sudan ve sıcak topraktan ibaret hatırlıyorum. Ne çabuk yükselip serpildin! Her gülümseme ile toprağına, ağacına, yürüyen canlarına güç taşıyan, her sıkılıp patladığında madenleri güzel yüzüne süren bizleri, harıl harıl çalışan döner tezgahlarımızı, kaynayıp duran tencerelerimizi, ışıktan sözlerimizi görmeden geçip gidiyorsun (Bir bulutun arkasına gizlenecek kadar mütevazı.)
Yıldız, (perde arkasından sonra hakikat-i eşyaya baktı.)
Hakikat-i eşya: Batıp gitmeyen var mı ki? (diye sordu, önce…)