MUSTAFA ORAL
Ve Huzur’larınızda Ahmet Hamdi Tanpınar-1
Sevgili Tanpınar,
Sanat eseri ustadan ustaya mektuptur. Güzel bir şiir usta bir şaire, güzel bir hikâye usta bir hikâyeciye, güzel bir roman usta bir romancıya, güzel bir yapı usta bir mimara, güzel bir beste usta bir müzisyene, güzel bir hâl insan olan insana mektuptur. Sevgili Tanpınar, sen şiir, hikâye, roman, deneme ve incelemelerinle kısacası yazın ve yekpare yaşantınla sonsuzluğa gönderilen bir mektuptun. Yıllar içinde ustalar, kalfalar, çıraklar, benim gibi sıradan insanlar bu mektubu buldular. Açıp okudular. Seninle ruhlarını onardılar. Yetmedi sana olan borçlarını ödemek için adı şiir, hikâye, roman, inceleme, beste olan cevabi mektuplar yazdılar. Bu da benim sana cevabi mektubum.
Bir rüyanın eşiğindeyim. Düş, hayal, hülya her neyse işte o yerdeyim. Sana bu mektubu işte o yerde, eşikte, kabrinin başında yazıyorum. Sonsuz bir sükûn ölüm. Bir resim gibi pürüzsüz toprağın. Toprak senin heyecanını bastırmaya çalışsa da şiir, musiki, fikir fışkırıyor. Kabir taşın abide gibi haşmetli şekilde çağlara bakıyor. Kabrin bir zarf gibi gözlerimin önünde duruyor. Sen elli beş yıl önce o zarfa girdin. Ben de şimdi kabirtaşına bu mektubu yazıyorum. Zarfın üstünde “Şair mektubudur, görülmüştür” yazarsa şaşırma.
Mektubumda seni gâh üzecek, gâh sevindirecek şeyler var. Sevindirecekler şahsını, üzecekler dünyayı ilgilendirenler. Çok şükür sağlığında yapılan sükût suikastı başarısız oldu; artık dünya seni tanıyor. Entelektüel yalnızlığın sona erdi, artık yalnız değilsin. Hakkında yazılar yazılıyor, tezler hazırlanıyor, belgeseller çekiliyor, paneller, söyleşiler, konferanslar düzenleniyor. Kitapların birçok dile çevriliyor. Adın Yahya Kemal ile anılıyor. Huzur romanın yüzyılın eseri olarak görülüyor. Sen de gelmiş geçmiş en büyük Türk romancısı olarak kabul ediliyorsun.
Ne var ki dünya bıraktığın gibi değil. Sen antika bir vazo gibi kıymetlenirken dünya gözümüzden düştükçe düşüyor. Bursa, İstanbul, Türkiye, dünya hızla değişiyor. Maalesef değişim çoğu kere olumsuz yönde ilerliyor. Oysa ne kadar isterdim mektubuma şöyle başlamayı:
Ellibeş yıl uzaktan, selam sana Büyük İnsan.
Her şey bıraktığın gibi çok güzel. Sarı inek doğurdu, Bursa ovasını pamuk sardı. İstanbul’u erguvanlar bastı. Sokaklarda hâlâ sakalar dolaşıyor, bozacılar bağırıyor. Çocuk sesleri parkları dolduruyor. Bıraktığın kültür ve medeniyet yaşıyor. Merhamet sultanlığını ilan etti, artık savaş çıkmıyor. Dünyada barış ve kardeşlik rüzgârları esiyor. Komşusu açken kimse uyumuyor. Kimse kardeşinin ekmeğine kan doğramıyor…
Maalesef durum öyle değil. Şehirler büyüyor, dünya küçülüyor. İnsanlar çoğalıyor, insanlık azalıyor. Dünya kirleniyor, insan bulanıyor, bunalıyor, saflığını yitiriyor. Çocuklar büyümeden yaşlanıyor. Cinayetler, terör eylemleri, savaşlar almış başını gidiyor.
Hayat Rabbani bir mektuptur, ancak şuur sahibi olanlar okur. Günümüzde şuur buharlaşmış olmalı ki artık insanlar mektup yazmıyor, okumuyor. Zaten insan okuduğunu yazar. Belki okunacak bir hayat görmedikleri için mektup yazmıyor. Sen gittikten sonra mektuba, da insana da ilgi azaldı. Oysa mektup emektir, el ve gönül işçiliğidir. Şimdilerde insanlar monotonlaştı, mekanikleşti. El işi, el sanatları devri bitti. Dolayısıyla mektup da bitti. Yerini e-mail (elektronik posta) aldı. İnsanlar her şeye çok meyilli ama bedel ödemeye geldiğinde yoklar. Artık sohbet etmiyor, konuşuyorlar. Muhabbet etmiyor, âşık oluyorlar. Sözcükleri kısaltarak yazıyorlar. Onun için sözleri keskin, kısa, kırıcı.
Kalem elimizden düşünce çenemiz de düştü. Konuşuyoruz ama yaşamıyoruz. Kimse kalemin yükünü çekmeye yanaşmıyor. Zamanın ruhu demekten başka bir şey gelmiyor elden. Yazarlık, meslek oldu. Satılık ve kiralık kalemler var artık. Her dönemin adamı omurgasızlar türedi. Ekmek derdine düşen şairler, sanatçılar devlete müdür, devletlülere oyuncak oldu.
Çoğu insan meyve vermeden göçüp gidiyor dünyadan. Yahya Kemal, Tanpınar gibi bir meyve verip gitti. Şimdi ağaç ve meyvesi yan yana yatırıyor Aşiyan Kabristanında. Birinin kalbine giren gün geliyor kabrine de giriyor. Yahya Kemal ile aynı kültürel zemine basıyordun. Bu gün aynı toprakta yatıyorsunuz. Herkese nasip olmayan bir güzellik. Yahya Kemal mirasını taşıdın. Ne mutlu Yahya Kemal’e, ne mutlu Tanpınar’a. Türk tarihinde sizin gibi birbiriyle anılan çok az insan vardır. Sizi birleştiren kadim medeniyetimiz ve tarihimizdi. Şüphesiz siz bir tarih kazıcısı değildiniz. Tarih ve medeniyet içindeki estetiğin peşindeydiniz. Modern dünyanın dini dünyevileşme, dili yozlaşma. Sizse farklı din ve dillerin eridiği bir pota olan medeniyetimizi temsil ediyordunuz. Orta Asya’dan Rumeli’ye uzanan medeniyetimizin kök hücreleriydiniz. İnsan topraktan yaratılmıştır ve bu toprak yani sizlerin kabri bizi tekrar diriltecek, uçları birleştirecek. Bu toprak kabriniz değil medeniyetimizin kalbi.
Herkes kendi kaderini yaşar, gün gelir onu kabirtaşına yazar. Senin kabirtaşında Bursa şiirinden bir alıntı var. Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında. Yaşadığın gibi vefat ettin. Hayatın ne ayrısı, ne de gayrısıydın.
Bir rüyadır Bursa; taşlar bile rüya görür orada. Bana kalırsa kabrin Bursa Yeşil’de olmalıydı. Biliyorum kabrin İstanbul’da olsa da kalbin Bursa’da. Değil mi ki sevilenin kalbi hep sevenin yanında. Bence seni en çok seven şehir Bursa. Mübarek şehir Bursa seni sahiplendi. Adına yarışmalar ve kültürel etkinlikler düzenliyor. Artık İstanbul denilince Yahya Kemal, Bursa denilince Tanpınar akla geliyor.
Bir Masal: Tanpınar
Masal ile menkıbe arasında bir hayat yaşadın. Bir vardın, bir yoktun. Bir tarafta saniyeleri sayacak kadar dolu bir zihnin, öbür tarafta dünyayı boşlayacak kadar dağınık bir hayatın vardı. Bundan mıdır, her şeye geç kaldın. Yine de hayata tutunmaya çalıştın. Ancak kırk yaşında bir odalı evin olabildi. Evlilik konusunda o kadar şanslı değildin. 61 yaşında kış ortasında dünyanı değiştirirken sırtını ısıtacak bir kadın yoktu yanında. Kadın olmayınca evlat niyetine bir kediyle şiir, hikâye, roman, deneme ve inceleme yazılarından oluşan Tanpınar külliyatına sarıldın. Senden dünyaya kalan son hatıra, dostlarına bıraktığın yegâne miras işte bu kedi ve kitaplardı.
Yaşar Nabi’ye gönderdiğin mektupta hayatının gecikmelerde dolu olduğunu söylemiştin. Gerçekten de öyleydi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi bir eser yazmana rağmen saatin hep geri kaldı. Zamanında anlaşılamadın. Bunun suçlusu senin de belirttiğin gibi biraz da sensin. Çok daha erken keşfedilebilirdin, daha fazla eser verebilirdin. Bu kadar kültür ve birikime yazık oldu. İdeolojilerin baskın olduğu dönemi yumuşak kaleminle ehlileştirebilirdin.
Doğu-Batı
İnsanın öznesi, kadim medeniyetimizin ortak bileşeni, keseni oldun. Değil mi ki sanatçı toplumun hem payı hem de paydasıdır.
Mazi bir yığın solgun yaprak değil, istikbali içinde barındıran meyvedir. Meyvenin eti yenir, çekirdeği tekrar toprağa ekilir. Senin medeniyet anlayışın işte böyle bir şeydi.
Muhayyilesinde medeniyet sırrını kurcalayan adamdın. Zamanının büyük saatiydin. Bir medeniyetin doğum sancısıydın.
Doğu’nun Rönesans’a, Batı’nın Reform’a ihtiyacı vardı. Geçmişe dayanıp geleceği yorumlamak, Doğu’ya dayanıp Batı’yı irdelemek gerekiyordu. Sen bunun için en uygun kumaştın. Doğu-Batı arasında sentez ve denge arayışıydın. Gelenekle gelecek, Doğu ile Batı, Rönesans’la Reform arasında bir köprüydün. Geleneksel kültürü çok iyi biliyordun. Bu toprakların macerasına hâkimdin. Medeniyet değerlerimize uygun şekilde Doğu-Batı sentezini toplumun gündemine daha fazla taşıyabilirdin. Yine de sana kızamıyorum. Belki içine kapanmasaydın Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi şaheserleri yazamazdın. Olanda hayır vardır, deyip kadere teslim olmaktan başka çare yok.
Yersizlikten şikâyetçiydin. Sağ ve sol kesimin seni kabullenemediğini düşünüyordun. Haklı söze ne denir: Şiir.
Kendinle sürekli hesaplaşma ve savaş halindeydin. Hayata karamsar bakıyordun. Rahat değildin. Yazılarında, şiirlerinde, konuşmalarında, hallerinde bu çok rahatlıkla hissediliyordu.
Bıçak sırtında keskin bir hayat yaşadın. Bıçağın yüzü kendine dönüktü. Birine uzattığında sapı onda, yüzü sende kaldı. Öyle kırmamaya çalışan biriydin.
Buz üzerinde yaşadın. İki adımda bir düştün. Öyle düşmeye meyilliydin. Düşmek için bahaneler arar gibiydin. Kırmaktan, kırılmaktan korktun. Bunun için buzlar ülkesinden kendi mağarana çekildin ve rüyalara sığındın. Zamanın yıpratıcılığını kaldıramadın. Bir eşin ve çocukların olsaydı yaşama daha kolay tutunurdun belki. Yine de başarının sabır, tahammül ve bedel ödemekten yani yalnızlıktan geçtiğini Cemil Meriç ve Oğuz Atay ile bize öğreten üç kişiden biriydin.
Yalnızlık en yakın arkadaşındı. Yalnızlar Rıhtımı barınağındı.
Kabuğuna çekilmiştin. Koza içinde ipek gibiydin. Usta bir hendeseciydin. Dilin içini doldurdun. Karanlıkta gece dil oldu. Gün geldi, ipek dilini çıkarttın, geceyi aydınlattın. Ne var ki doğum yaparken hayatını kaybeden kadın gibi çocuğunu/eserlerini göremeden dünyadan göçüp gittin.
İnci avcısıydın. Denizin ortasına bir taş fırlattın. Taşın oluşturduğu dalgalar yavaş yavaş kıyıya vurmaya başladı. Sen yükselen bir değer olarak etkini daha da çoğaltarak devam edeceksin. Boşluğa bırakılan inciden bir mirastın. Gün geldi, ehil ellere ulaştı.
Dilin kıyısındaydın. Sesin uzağa düştü. Yankısı yıllar sonra karşı kıyıya vurdu. Belki bu normaldi.
Uçsuz bucaksız denizdin. Kavga adamı değildin. Hayatla mücadele etmek yerine içindeki dalgalara karşı koymayı seçtin. Göğsüne saplanan taşın dalgası ancak bu kadar zaman sonra kıyıya vurabilirdi.
Çalkantı ve savrulmaların olduğu bir dönemde yaşadın. İmparatorluk yıkılmış, seküler değerlere dayalı ulus devlet kurulmuştu. Bir eksen kayması yaşanıyordu. Kimlik bunalımı ve kültür buhranı kapıdaydı. Bunun sonucu olarak kişilik bölünmesi yaşadın. Değil mi ki “hepimiz bir şuur ve benlik bunalımının” çocuklarıydık.
Mükemmeliyetçiydin. Belki de bundan dolayı az yazdın.
Çelişkiler ve iç çatışmalar içinde bocaladın. Çıkmazdaydın ve sesini arıyordun.
Dünyanın eşiğinde bir yalnızdın. Eşikte yaşayanlardandın. Nostalji değildi yaşadığın. Bir iç sızı, gönül yarası.
Sanatçı toplumun annesidir. Küçük yaşta anneni kaybettin. “Bir günümüz bile sensiz geçmezken / Şimdi mezarına hasretiz anne” diye diye şiirler söyledin. Annesizliğin ne demek olduğunu en iyi sen bilirsin. Sensizliğin ne demek olduğunu da en iyi bu topraklarda yaşayanlar bilebilir.
Her zaman eşya ile insan arasında doğrudan bir ilişkiden söz edilemez. Zaman eşyaya, süre ruha siner. İkisi arasında eşanlı bir hareket yoktur. Zaman ve süre görecelidir. İnsan bazen eşyadan daha erken yaşlanır. İnsanı yaşlandıran yaşadıklarıdır yaşı değildir.
Hayal, rüya ve onun bir tık ötesi yakaza ile insan bir anda birden fazla zaman ve mekânda bulunabilir. Üç saniyelik rüyaya asrı sığdırabilir. Beş saniyelik yakazada asırları arşınlayabilir. Ruh ve kalbin hayatına ne kadar yaklaşılırsa o kadar çok zaman ve mekânın etkisi azalır. Sanatçı ruha yakındır. Kalbe dokunur. Sen böyleydin. Bir düş gezginiydin. Hayal ile düşünen, rüya ile yaşayan zamandışı ve mekânüstü bir varlıktın. Ruhun dehlizlerinde bir içokumaydın. Koskoca medeniyeti omuzlayarak asırları arşınladın. Sırtında asırları taşıyordun. Bir asra sığdırılabilecek işleri atmış yılda başardın.