Bir Medeniyet Rüyası: Ahmet Hamdi Tanpınar

MUSTAFA ORAL 
Bir Medeniyet Rüyası: Ahmet Hamdi Tanpınar
 
Anlamak için duymak, sevmek için ölmek lazım
 
İnsan ölerek zamanın dışına çıkar. Ölerek zamansızlaşır, mekânsızlaşır. Kabir bizim boyutlarını kestiremediğimiz ikinci bir zaman ve mekândır.
 
Kabir ile mezar arasında şehir ile kent arasındaki kadar fark vardır. Mezar cismani, kabir ruhanidir. Kabir ruhun ebedi yurdudur. Mezar bedeni barındırır. Senin döneminde fanilerin defnedildiği yere kabristan denilirdi. Ölüm ve hayat, dünya ve ahiret yan yanaydı. Ölüm bir odadan ötekisine geçmek gibiydi.
 
Ölüm o zamanlar sıcacıktı. Şimdi ölümden soğuduk. Onu hatırlatacak şeylerden şiddetle kaçıyoruz.
 
Sizin zamanınızda ölümle yüzleşmek, ölümle hayat arasında ince bir perde olduğunu göstermek için kabirler şehir içine yapılırdı. Ölüm hayatın tamamlayıcı parçasıydı.  Kabristan medeniyetimizin sükûnetini temsil ediyordu. İnsan kabristanı görünce hırstan arınır, ehlileşir, insanileşirdi. Şimdilerde ölüm hayattan ve şehirden sürüldü. Ölümün sesi kısıldı. Ölüm şehirden kovuldu. Kabristan şehrin dışına taşınıyor.
 
Kabristanlar artık şehrin dışına yapılıyor. Yetmiyor. Bu sefer ölümü hatırlatan eski kabristanlar her geçen gün tırtıklanıyor. Kabristanlar yavaş yavaş alış veriş merkezi (AVM) oluyor.
 
Şehirde artık mezarlık var, kabristan yok. Şehir taş kesildi. Mezarlar betonlaştı. Kabir taşları tevazuunu yitirdi. Şehir kent, kabristan mezar oldu. Hatta Mezarlıklar Müdürlüğü diye birim bile kuruldu.
 
Senin anlayacağın, hayat gibi ölüm de masumiyetini ve tevazuunu kaybetti.                                                        
 
Yalnızlık en iyi arkadaştır
 
Hiç evlenmedin. Hep yalnız yaşadın. Hastalık, yoksulluk, ilgisizlik kapı komşundu.  Borç içinde öldün, alacaklılar en yakın akraban oldu. 
 
Yengeli hayat dengeli hayattır. Belki hayatındaki dengesizlik gibi algılanan hâller evlilik gibi bir kontrol sisteminden geçmemiş olmandandır. Bir çocuğu kucaklamış resmini görmedim, hayal de edemiyorum. Belli ki kadına ve çocuğuna ayıracak zamanın yoktu.
 
Sizin zamanınızda bayram sabahları ruhani doğardı. Akraba, dostlar, komşular bir araya gelirdi. Şimdilerde o adetler de çekiliyor. Bayramların eski tadı yok. Artık bayramlar sahillerde geçiyor. 
 
Zaman, sadece birazcık zaman
 
İnsan zaman ve mekândan doğar. Her şeyin bir ederi ve ölçeri var. Ölçülemeyen tek şey aşktır. İnsanı kalbi, zamanı saat ölçer. Kalp durunca insan, saat durunca zaman ölür. Zamanın yıpratıcılığından korunmak için kalbe iyi bakmak gerekir. Kalbin saat gibi çalışması gerekir. Saat gibi çalışan bir kalp ancak zamana dur diyebilir. Kendine mahsus bir zaman oluşturabilir. Sen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde böyle bir kalbin ve zamanın peşindeydin.
 
Sizin zamanınızda zaman güvercin sessizliğinde raksederdi.
 
Senden sonra teklemeye başladı. Artık insanlar gibi saatler de çok kırılgan. Saatleri Ayarlama Enstitüsü iyi çalışmıyor. Kavram kargaşasına bir de zaman tartışması eklendi. Pire için yorgan yakıyoruz. Kavga etmek için sebep arıyoruz. Son aylarda saat kavgası başladı. Birileri yaz saati uygulanmasına devam edilmesini istiyor, diğerleri güz saatinde ısrar ediyor. Ömür dediğin dört mevsim, yirmidört saat. Öyle de, böyle de geçiyor. Öyle ya da böyle ölünüyor. Diyeceğim o ki insanlar gibi zamanın da ayarı kaçtı.
 
Senin döneminde cep saatleri vardı. Şimdi yok çünkü cepte para var. Para her şeyi satın alıyor. Cep saatlerine rağbet azalınca kol saatine geçildi. Bir süre önce bazı devlet görevlilerine İsviçre markalı lüks saatlerin rüşvet olarak verildiği iddia edildi. Olay İsviçre’den Amerika’ya kadar uzanmış. İçeriğini tam anlayamadım. Zaman en güzel yorumcudur, deyip oluruna bıraktım. İddiaların iftira mı, gerçek mi olduğunu zaman gösterecek ama ülkemizin ciddi bir itibar suikastına uğradığı gerçek. İktidarlar geçer, lekeler kalır.
 
Kol saati rüşveti iddiaları milleti birbirine düşürdü. Millet birbirinden de, kol saatinden de soğudu. Artık saat yerine cep telefonu taşıyor. Bir anlamda eskiye döndü. Cep saati gitti, cep telefonu geldi.
 
Siyasetten ve güncelden arınmış bir dille üzülerek söylüyorum ki maalesef Büyük Saatler yanlış zamanı gösteriyor. Ülke saat gibi tıkır tıkır işlemiyor. Eskisi gibi Tanpınar ve Yahya Kemal ayarında saatler yapılmıyor. Saatçilerin sözde üstadı  sahte Şeyh Zamani sahne aldı. Saatçilerin Piri Yusuf (as) zindana atıldı. Bilirsin zindanda dakika farksızdır aydan. Hayatın ritmi bozuldu. Savrulmalar yaşıyoruz. Hangi zamanda yaşadığımızı bilemiyoruz. Ne içindeyiz zamanın ne de büsbütün dışında.
 
Bir medeniyet rüyası 
 
Medeniyet çağlar içinde üretilen değerler sistemidir. Merkezinde muhakkak insan vardır. Medeniyet bir bütündür. Zamanla değişerek yoluna devam eder. Değişen inançlar medeniyete bir noktaya kadar müdahale edebilir. Sonra medeniyet kendi yoluna devam eder.
 
Sen medeniyeti bir bütün halde kavrayan nadir aydınlardandın. Medeniyet maceramızın hemen her safhasına aşinaydın. Tanzimat’tan sonra devam ve bütünlük kavramını kaybettiğimizi düşünüyordun. Evet, batılılaşma hareketleriyle birlikte bir kültür buhranı oluşmuştu. Doğu ve Batı arasında sıkışan toplum daralıyor, kimlik çatışması yaşıyordu. Bu bir medeniyet krizi miydi, yoksa medeniyet çatışması mıydı, kestirmek zor. Belki bazıları bunu medeniyet sapması olarak görüyordu. Bana kalırsa bir medeniyet kırılması yaşanıyordu. Medeniyetimiz kabuk değiştiriyordu. Fakat bu süreç çok sancılı geçiyordu. Sen çözümü Doğu-Batı sentezinde görüyordun. Milli kültürün yerel ve evrensel değerlerin buluşturulmasıyla gelişebileceğine inanıyordun.
 
Modern hayat hepimizi esir aldı. Kokusu üzerimize siniyor. Hangi görüşten olursa olsun iktidarlar bu çözülmeyi engelleyemiyor. Düşünceler yerli gibi görünse de yaşantı yabancılıktan kurtulamıyor. Bir değişim geçiriyoruz. Taşlar zamanla yerine oturacak. Değil mi ki dalgalanmadan durulunmaz. Fakat şu da var ki bu dalgalanmadan sonra genişleyip genişleyemeyeceğimizi kestiremiyoruz.
 
Bir medeniyet hesaplaşmasına ihtiyaç var. Fakat bu yüksek sesle değil, oturup düşünmek ve kendi iç sesimizi dinlemekle mümkün. Ürkütmeden, kırmadan, yormadan, tüketmeden…
 
Kanuni aklı, Baki ruhu, Mimar Sinan eli medeniyetimizin parametreleridir. Yeni medeniyetin inşası ancak Itri, Dede Efendi, Şeyh Galip, Mimar Sinan,  Kanuni, Baki dünyasının ihyasıyla mümkün olacaktır. Bu minvalde senden alacak çok dersimiz var. Döneminde anlaşılamamana rağmen kendi yolunda devam ettin. Fikirlerin için kavga etmedin. Görüşlerini dayatmayı seçmedin. Bahar yağmuru gibi toprağı işledin. Dönemindeki birçok yazar, şair güncele takıldı. Düşüncelerini yüksel sesle haykırdı. Popülerliğin bir başka deyişle çok görünmenin kurbanı oldu. Sense sadeliğinden ödün vermeden Nedim, Baki, Şeyh Galip, Yahya Kemal gibi tarih içinde büyüyerek bu günlere geldin. Ben de seni tarih içinde onların yanına gömmek isterdim.
 
Şehir: Çok kültürlü yaşam
 
Senin gözünle beş şehri bu günkü haliyle bir de ben görmek isterdim. Sen de göz bağımsızlığını ilan etmişti. Kabrin arkasından da görüyorsundur. Nasıl görünüyor oradan (kabir) bakınca buralar, Türkiye, dünya. Buradan bakınca aşklar yavan, karın doyurmuyor;  dostluklar bayat, kalbi bozuyor.
 
Sen İstanbul’un fethini gören bir şehirde fetih rüyaları gören bir adamdın. Şehri önemsiyordun. Beş Şehri yazdığın yıllarda henüz ciddi göç dalgası yoktu. Şehir ruhunu kaybetmemişti. Şimdi şehirler homojenleşiyor. Altkültür yok oluyor. Göçler şehrin dokusuna zarar veriyor. Götürdükleri getirdiklerinden fazla. Toplumsal hafıza zayıflıyor. Şehirlerin tarihi hafızası yok oluyor. Şehirde hormonel büyüme var. Şehir artık dipsiz bir mağara. Karanlık, sıkıcı ve boğucu. İnsanlar da öyle. Sonuçta şehir insan ruhunun kalıplaşmış hali.
 
Beş Şehir kitabını yazdın ama ayağını topraktan çekmedin. Köyü, köylüyü sevdin. Senin zamanında mektuplarda köyden havadis verilirdi. Hasan Deden öldü. Sarı inek buzağıladı falan denilirdi. Şimdilerde köyde pek kimse kalmadı. Şehirler doldu taştı. Köyde kalanlar da televizyona, internete baka baka şehirli gibi yaşamaya başladı. Koyun, keçi, inek beslemek zor geliyor. Marketten hazır süt alıyorlar. Haklılar, onların şehirlilerden ne eksiği var.
 
Senden sonra şehirler insan yığını haline geldi. Her yer beton. Koyunlar, keçiler dağlara çekildi. Senin döneminde hayvan otlatılan meralar AVM oldu. Dün koyunların otladığı o yerlerde şimdi insanlar hayvanlardan daha şuursuzca geziniyor.
 
Ben de şehirde yaşıyorum. Bizler bir tarafa çocuklar için üzülüyorum.  Onlar doğaya çok uzak. Cami önlerinde eskisi kadar güvercin yok. Onlar da şehri terk ediyor. Kuşlar da, kuşçular da eskisi kadar yok artık. Balıkçılar mutlu değil. Çünkü deniz kirlendi. Çocuklar hayvanları ancak hayvanat bahçesinde görebiliyor. Kuş hasretini kafesteki muhabbet kuşuyla, balık özlemini akvaryumdaki Japon balıklarıyla gidermeye çalışıyor. Kafeste kuş, şadırvanda su sesi niyetine. Aman ne nostalji. 
 
İstanbul ilk göz ağrındı. Kundağa da, toprağa da orada düştün. 15. yüzyıla kadar atalarımız İstanbul’u fethedilecek nihai nokta olarak gördü. Fetihten sonra şehri  camiler, minareler, medreseler, tekkeler, türbeler, şadırvanlar, sarnıçlar, su kemerleri, kaleler, surlar, hisarlar, burçlar süsledi. İstanbul Osmanlı’nın ve İslam dünyasının onuru oldu. Bu gün bütün Osmanlı şehirleri gibi İstanbul da değişiyor. Sonuçlarını şimdiden kestirmek zor ama görünen o ki şehrin ruhu buharlaşıyor. Şehir beton duvarlarla çevrilmiş kocaman bir mezarlığı andırıyor. Şehir gitti, kent geldi. Bu kentin şiir ve sanat üretmesi zor görünüyor. İnsanlar uzun soluklu düşünemiyor. Şehirler büyüdü, şiirler küçüldü. Artık İstanbul eski İstanbul değil. Artık Yahya Kemal ayarında şairler, Tanpınar ayarında romancılar yetişmiyor. 
 
Senin döneminde Museviler Şişli, Rumlar Beyoğlu, Ermeniler Kocamustafapaşa’da yaşardı. Türkler de onların arasında bulut gibi gezerdi. Artık herkes Parisli.
 
Masal şehir İstanbul göç şehri oldu. Azınlıklar şehri terk edince önce Karadenizliler, sonra Anadolu’nun değişik yerlerinden gelenler, nihayet Suriyeliler şehri istila etti. Şehrin ruhu azap içinde. Şehir estetiği kalmadı. 
 
İstanbul şuurunu ve şarkısını yitirdi. Uğultular duyuluyor arka sokaklardan. Senin döneminde çocuklar sokak satıcılarından şarkılar, maniler öğrenirdi. Şimdi her şeyi internetten öğreniyor. Çocuklar çiçek bozuğu. Allah’tan Boğaz sırtlarında erguvanlar açmaya devam ediyor. Ama onlar da çocuklar gibi sensiz öksüz. 
 
Peyami Safa medeniyetimizdeki kırılmayı Fatih ve Harbiye üzerinden açıklardı. Seni Kadıköy ile Üsküdar arasında bir yerde görüyorum. Aklınla Batı, kalbinle Doğu, yaşantınla yekpare İstanbul.
 
Ankara bildiğin Ankara. Çok sıkıcı. Erzurum’a gitmedim, bir şey söylersem arkasından konuşmuş olurum, o da bana yakışmaz. Her şeye rağmen Bursa’da Emir Sultan, Konya’da Mevlana, Ankara’da Hacı Bayram, İstanbul’da Şeyh Vefa tasarrufa devam ediyor. Türkiye yoksullara, şairlere, evliyalara emanet. 
 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir