Necati Sarıca’ya Mektuplar 3

SELAHATTİN YILDIZ 
Necati Sarıca’ya Mektuplar 3
 
Merhaba üstadım.
 
Kendimden başka kimselerin bilmediği bir duyguyla hüzünlü bir saatte aldım elime kalemi. Kendime söz geçiremediğim saatlerdeyim. Bazen şiir yazmak istemiyorum. Çünkü kelimeler o kadar yakıcı oluyor ki, kendi kendimi azaba sürükler gibi oluyorum. Sitemkârım zamana, sitemkârım mekânlara, sitemkârım olan biten “bazı” şeylere.
 
Görülen birçok şeyin perde arkasında farklı kesinliklerin olduğunu yaşayarak öğreniyoruz. 19. yüz yılda empresyonizm (izlenimcilik) akımıyla başlayan, var olanı olduğunun dışında bize hissettirdikleriyle anlama biçimi gelişmiştir. O dönemde yaşamış olsaydım empresyonizmin iyi bir takipçisi olurdum diye düşünüyorum. Bazen içimizdeki soyut mahcubiyet “izlenimcilik” bakışıyla belli belirsiz görüntülerle kendini aksettiriyor. Olanı olduğuna göre soyut bir tonda yansıtmak en azından mahcubiyetimize bir perde olurdu. Claude Monet’in başlattığı empresyonizm akımına birçok sanat dalları iştirak ederek akımın her geçen gün yükselmesini sağlamıştır. 
 
Mektubunuzda her şiirin bir hikâyesinin olduğunu ancak hikâyesizliğin de bir hikâye olduğunu söylüyorsunuz. Buna katılıyorum ancak hikâyesizliğin, hikâyesinin iyi bir hikâye olamayacağını düşünüyorum. Buna modern romanlarımızın temelsizliği ile örnek verebilirim. Neden temelsizdir diyorum? Çünkü modern romanların çoğu büyük şehirlerde geçiyor ancak yazarlar karakterleri bir türlü mabetlerin yanından geçirmiyor. Yani romanların çoğunda ilahi sesler duyulmaz. Oysa modern batı romanlarında çan sesi eksik olmaz. Bizim topraklarda hangi hikâye olursa olsun mutlaka bir mabedin yanından geçmek zorunda. Sosyal yaşamı ve toplum sosyolojisini bu yapılardan ayırmak mümkün değildir. Bir inanca sahip olmak ayrı şeydir, bir toplumda toplumun gerçeklerini görmek ayrı şeydir. Ama yazarlar bir türlü o sokağa oryantalist bakış açısıyla girmezler. “Efendisinin ilaçlarını içen hizmetçi” gibi olmuştur bizim romancılarımız.
 
Bu nedenle hikâyesiz hikâyenin tadının eksik olduğunu düşünüyorum. Bir ülkede yaşayan romancı ateist dahi olsa mutlaka mabetlerin sokağından geçmek zorundadır. Siz pek beğenmiyorsunuz ama eski Maocu, şimdinin ateist Ahmet Altan’ı ara sıra da olsa geçiyor o sokaklardan. Bu yazın türü ne empresyonizme ne sürrealizme ne de realizmle kendini açıklayamaz. Ucu kulağı koparılmış ne olduğu belli olmayan oryantalist bir akımdır ancak. Çünkü temelsizdir… Balzac’ın “vadideki zambak” romanında Henriette’nin Felix’e yazdığı mektuplarda yaşadıkları aşkta içinde bulundukları toplumun değerlerini görebiliyoruz. Yani sağlam temellerle yükselen bir hikâye vardır.
 
Sevgili üstadım mektubunuzda ölümden bahsediyorsunuz. Bu dünya da en gerçek olan şey ölümdür. O geldiğinde mevcudiyetini devam ettiren ne varsa anlamını yitirir. Claude Monet ve empresyonist ressamların resimleri gibi varla yok arasında hayali bir siluetle dumanların arkasında kalan dağ gibi silikleşir. Geride izler bırakılarak gidilen o yolculuk, varacağı yeri geride bıraktığı izlerle anlamlı ya da anlamsız kılar. Yaşarken ölümün ne olduğunu anlamak, yaşadığı toplumda dar bir düşünce alanına sıkışarak kendi düşüncesi dışında bütün düşüncelere kapalı bir şekilde yaşamayı tercih edenler bize öğretiyor. Bu nedenle yaşarken ölmüş o kadar insan tanırız ki, onlar bize nefes almanın değersizliğini tanıtır.
 
Kıymetli üstadım, kaldırım kenarında taşı delip çıkan bir çiçeği düşünün. Hangi hoyrat ayak ona basarsa bassın kökünü koparamaz. Bu nedenle var olanı yok sayarak yaşamak budalalıktır. İdeolojiler bireyleri rozetlerin gölgesi altına alarak toptancı bir kabul ve reddin vadisinde sürüngene dönüştürür. Cemil Meriç “ideolojiler insanlara giydirilmiş deli gömlekleridir” der. Ne güzle demiş değil mi. Özgürlük sınırı başkasının özgürlük alanına müdahale etmeden belirlenirse sanırım toplumda uzlaşılamayacak nokta kalmaz. Daha önce de sanırım size Cemil Meriç’in benim fikir babam olduğundan bahsetmiştim. Ve bunun öyle olmasından hep gurur duymuşumdur. O hep düşüncenin namusunu korumak için yaşamıştır. Düşüncenin namusunu korumak için, bütün düşüncelere saygı duymak ve değer vermekten geçer. Cemil Meriç “Mağaradakiler” ve “Bu Ülke” sinde, kavramların ve fikirlerin kölelerin elinde firavunlar için ehramlara (piramitlere) taş taşıyan sefiller olduğunu bize ustaca anlatır. Ölüm zamanın içinde yakalanır yolculuğa, fikir ise karanlık dehlizleri de gözden kaybolur.
 
Bazen daldan dala atlıyorum. Küçükken de çok yapardım bunu. Hatta bir gün söğüt dağlından düşüp kolumu kırdığım dahi olmuştu. Neyse konuya döneyim. Biyolojik ölüme gelirsek şayet, ölüm de zamanın içindedir. Ölüm geldiğinde zamanda ölür. Kişinin zamanı bitince ölümü başlar. Ahiret inancı taşıyanların sonsuzluğu kavrayabilmesi için “zamanın” da insan gibi yaratılmış olduğunu akıl edebilmelidir. Sonsuzluk başladığında zaman da ölür. Yeni bir evrilmeye geçerek süresizlik meydana gelir. Çünkü sonsuzluk bir zaman değildir. Bu süresizliği zamanın içindeki süreyle ifade etmek gayri mümkün görünüyor. Hani bir tekerleme vardır “Mümkünü gayr-i mümkün, gayri mümkünü de mümkün yapmak mümkün değildir.”
 
Yaşam ve hüzün aynı anneden doğan iki kardeş gibidir. İkisi de annesini kaybedip başka iki sütanneden süt emmeye başlayan yetimler gibi ayrılırlar birbirlerinden. Tıpkı Vincent Van Gogh ve kardeşi Teo gibi. Hayat birine resim yaptırır, diğerine ise resim galerisinde resim sattırır. Teo ne kadar uğraşsa da Van Gogh’un resimlerini satamaz. Van Gogh yaşamı boyunca bine yakın eser verir ancak sadece “üzüm bağları” isimli tablosunu altıyüz franka satabilir. Teo’nun sevgilileri vardır ama Van Gogh sevmeyi eline yüzüne bulaştırır.  Kuzenine aşkı ilan eder üstü kapalı sözlerle ama kabul görmez. Ne olurdu kabul etseydin be kadın. Kötü mü olurdu Van Gogh gibi bir adamın nesli sürerdi hiç değilse. Hayatının son anlarında intihar eder ve ölmez. “Ölmeyi bile becermedim” der kardeşine yazdığı mektupta.
 
Bunun beceriksizlik olmadığını bugün görebiliyoruz. Kendini beceriksiz gören Van Gogh şimdilerde dünyanın en bilinen ressamdır. Ölmeden önce kardeşine yazdığı mektupta “hayat devam ettikçe hüzün hep var olacaktır” der. Yaşam ve hüznün kardeşliğini anlatır giderken. Ölüm gelip çatınca zaman da ölür. Fakat Van Gogh’un eserleri o öldükten sonra hayat bulmaya başlar. Tıpkı insan öldükten sonra eserleriyle hayat bulup sonsuzluk trenine bineceği gibi. Sanattan örnekler veriyorum üstadım. Çünkü sanattan uzak kalan toplumların gelişemediğini görüyoruz. Sanat, soyut varlıkların damarlarından kan geçirebilmektir. Bu ise insanı biraz olsun sertliklerden korur ve bir şeyi olduğu gibi değil farklı açılardan görmeyi de bize öğretir. Leonardo Da Vinci yaptığı soyut resimler eleştirilince şöyle cevap verir; “Yere gerçeğinden ayırt edilemeyen buğday taneleri çizebilirim. Fakat ben sanatı tavuklar için yapmıyorum” der. İnsanın hayal dünyasında yaşadıkları gerçek dünyanın farklı yansımalarıyla bizi bazen hüzünlendirir bazen de sevindirir.
 
Günümüz bireylerinde çoğunlukla şöyle bir handikap yaşanıyor. İnanca yatkın bireyler çoğunlukla duygularıyla, diğer bireyler ise akıllarıyla hareket ediyor. Sorun duygu ve aklı buluşturmamaktan geçiyor. Sadece aklın ekmeğini yiyen bireyler düşünceyi mekanikleştirerek duygudan arındırıyor kendini. Buna saf suyu örnek verebiliriz. Saf suda bütün mineraller kaybolur. İçince susuzluk giderilir ancak hiç bir faydası olmaz. Duygularıyla hareket eden insanlar da aynı yanlışa düşmekten kurtulamıyor.
 
Burada farklı bir açıyla örnek vermeye çalışacağım. İyi ve doğru. İyi olan her şey doğru olmayabiliyor. Doğru olan her şey de iyi olmayabiliyor. Mesela duygusal bir bakışla çocuğunun konuşma problemi için türbeye gitmek insanlara iyi gelebilir, ama bunun doğru olmadığını akıl bize itiraz ettirir. İslam öncesi eski Türk geleneklerinde kurşun döktürülür ve bu gelenek hala devam eder. Kurşun döktüren ve ona inanan insanlar için o işin insanlara iyi geldiğine inanırım. Çünkü bu psikolojik bir motivasyondur. Bunun doğruluğunu konuşmaya bile gerek yok. Birde doğrudan örnek vereyim. Savaşta kendi tarafı için ölesiye savaşmak askeri kurallara göre doğrudur. Ama hiç kimse ölümün iyi olduğunu savunamaz. Savaş için cesarete, barış işin akla ihtiyaç vardır. Yere çizilen buğday taneleri tavukları doyurmaz. Bu nedenle iyi ve doğru meselesinde bazen iyiden bazen de doğrudan yana olmak gerek. Hangisinden yana olacağımızı şartlarla birlikte gelen durumlar karar verdirecektir.
 
İyiler ve doğruları yakalamak ümidiyle mektubuma son veriyorum. Sağlıcakla kalın.
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir