Necati Sarıca’ya Mektuplar 5

SELAHATTİN YILDIZ
Necati Sarıca’ya Mektuplar 5
 
Size bu mektubu beş bin yıl önceden yazıyorum. Ben diyeyim beş bin, siz deyiverin on bin. Dile sınır mı koyduk üstadım. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, buğday taneleri insandan daha çok iken. Dere boyu yeşil mi yeşil, gökyüzü mavi mi mavi, gülüşler sahi mi sahi olan zamandan… İşte o vakitlerde derler ki göçler genelde sonbaharda yapılırmış. Ben bilgimin yalancısıyım doğrusunu nesli tükenmiş kuşlar daha iyi bilir. Masal kitapları yazsın madem biz de dinleyelim.
 
İnsanoğlunun henüz düzenli yaşama geçmediği zamanlar. Müesses nizama boyun eğmeyip, gecelerinde çadırların yüzüne gölgeler düşürüp oyunlar oynayan çarıklı insanlar… Kedilerin, insanların yerleşik hayata geçmediği için farelerin ambarlara dadanmadığından dağlarda özgürse sürüngen ve kemirgen avladığı zaman… Göçlerin heyecanlı, bazen de hüzünlü olurdu zaman… Kim bilir yollarda ne kayıplar bırakırdı konan göçen insanlar. Ölüsünü kervan yoluna gömüp yola devam eden kim bilir kaç bin mezarlıksız insanın zamanı… Çocuğunu doğurup yola koyulan anaların dünyası. Ninnileri yolda söyler, her gün batımında yeni bir geceye uyunduğu vakitler. Keşke o günün çocukları olup tahtadan atlarımız oyuncağımız olsaydı değil mi.
 
Kıymetli üstadım şimdi ise mektubuma bu günlerden devam ediyorum. Varsın insanoğlu kona göçe gelsin son hanesine, biz nelerle karşılaşacağımızı bilmeden, neye dönüşeceğini aklının ucuna bile getirmeden, arkasına bakmadan koşa koşa geldiğimiz bu çağı konuşalım. Topluluklar halinde belli bir bölgeyi yurt edinmek isteyen insan her geçen gün müesses nizamın içine birer birer dahil olmaya başladı. Sebahattin Ali’nin sırça köşkündeki hikâyesi gibi güce tuğla taşıyıp, yiyeceklerini temin etmeye başladı. Kendi iaşesi dışında bir nizamın devamı için sorumluluklarını artırdı. Bugünlerden düne bakıldığında şehir modern yaşamın cazibe merkezi,  kentli olabilmenin ve statü kazanmanın merkeziydi. İnsanlar topraklarına küsercesine apar topar toparlandı bilmem kaç bin yıllık evinden, köyünden, hanesinden ve hatıralarından. Şehir konfordu, rahattı, statüydü, tahsildi, heyecandı ve daha birçok şey…
 
İnsanlar köyde aile bireyleriyle birlikte her şeyi kendi üretirken, birden tek bir iş yapan ve köyde ürettiği her şeyi satın almak zorunda kalan dişli durumuna dönüştü. Meğer kazın ayağı hiç de öyle değilmiş.   Baba, anne, çocuklar her biri bir işin ucundan tutardı evvel zamanda. Baba tarla tapan, anne yemek, peynir, ekmek, çocuklar ahır, saman, hayvan otlatma derken ailenin en küçüğünden en büyüğüne eve katkı sağlardı. Köyde bir imam vardı ve verdiği bir kaç dini bilgi yeterli geliyordu. Gelenek görenekler zaten neyin nasıl olacağının altını iyice çizmişti. Şehirde din bölünerek kurumsallaşıp insanları metal tozları gibi çeken mıknatıslara dönüştü. Tarımdan sanayi toplumu olacağız umuduyla köyler terk edilmeye başlandı. Heyecanla başlanan yolun muhteris ıstıraplara dönüştüğü meçhul bir yolculuktu bu.
 
O göçle yola çıkanlardan biri de bendim. Daha medeni olacağız diye başladığımız bu serüvende şehrin mekanik ve taş duvarları arasında masumiyetimizi kaybettik. Her çıktığımız yolculukta saflığımızı kaybettik. Sizin deyiminizle “yağmura yakalandık yapacak bir şey yok” diyerek yürüdük asfalt karalarında. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçeceğiz diye yurdun en ücra köşelerinden büyük kentlere akın ettirildik. Şehirde yaşamak bir ayrıcalıktı. Çünkü şehirli olanın kendine ayıracak zamanı olurdu. Herkes bir iş yapar ve diğer ihtiyaçlarını o bir işi yapan kişilerden temin eder. Bu nedenle de geriye arta kalan zaman diliminde nitelikli zaman geçirmenin adıdır şehirli olmak. 
 
Otuz, kırk yıllık bu göç serüveninde kentler koca bir köye dönüştü. Sanayi toplumu olamadık ve tarımı da unuttuk. Asgari ücretlerin yaşamı zorlaştırdığı günümüzde şehir insana verdiği ücretle ben sana bakamıyorum başının çaresine bak demeye devam ediyor. Sınıfsal olarak kendini kurtaran azınlık dışında birçok birey şehrin çarkları içinde ezilmeye devam ediyor. Velhasılıkelam kentte yaşamakla kentli olunmuyormuş onu da yeni öğrendik.
 
Bunları neden söylüyorum üstadım. Biliyorsunuz kapitalizm ihtiyaç olmayan şeyi ihtiyaç haline getirir ve bireyleri onları kullandığı sürece şehirli sayar. Harcamayan insan insan değildir kapitalizmde. Bunu öyle cicili bicili anlattılar ki reklam kuşaklarında, insanlar buna onay vererek kentli olacağına inandı. Lüks yaşamak ve marka kullanmak bir statü aracı haline geldi. İşte o zaman boynumuza vuruldu zincirler. Herkes her işin en iyisini bilir durumda oldu ama doğruları yapmaya mecali kalmadı. Ah şu bende varım diye avaz avaz bağıran benlik, bize bizimle nasıl da kıydı değil mi.
 
Kıymetli üstadım şiirinizden bir örnek alarak bunu ifade etmek öyle sanıyorum ki binlerce kelimeye karşılık gelecek.  “modern ve darağacında soyulurken benliğim” diyorsunuz. Evet, şimdi tam olarak bunu yaşıyoruz çağdaşlarımızla. Modern bir darağacında soyularak nar gibi tane tane dökülüyoruz. Birbirimizin madde ve benliğine ben de varım demek için tecavüzü hak sayıyoruz.
 
Gökten üç elma düşsün ve üçü de güzel insanlara denk gelsin temennisiyle, bir sonraki mektupta görüşmek üzere sağlıklı olmanızı ümit ediyorum. 
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir