“Ellerin Mavi Kelebek”

Merve Koçak Kurt'un ilk öykü kitabı "Ellerin Mavi Kelebek 
 
Uzun süreden beri başka yazarların yalnızca ilk kitapları hakkında "ilk'im" başlığı altında cok güzel değerlendirme yazıları yazan Merve Koçak Kurt'un da geçtiğimiz günlerde yazıları gibi güzel öykülerinden olşan bir "ilk'im"i oldu, ilk öykü kitabı.
 
Tabii ki bu kez bir “ilk’im” yazısı yazma sırası bizlere, Merve Koçak Kurt okurlarına geldi.
 
Kendi adıma  öncelikle söylemeliyim ki bu yazımın, "kahve eşliğinde" okuduğum  kitaptaki öykülerin neleri im/lediğine dair kuramsal tespitler, yorumlar, eleştiriler içermesinden çok , bana neler hissettirdiğini yansıtmasını istiyorum.
 
Ancak yine de  kitaptaki bütün öykülerin beni şaşırtan ortak yapısal yanları üzerine bir iki cümle söylemeden geçemeyeceğim.
 
Öykülerde kullanılan "s/imgeler" çoğu zaman alabildiğine geleneksel ama metinlerin kurgu biçimi alabildiğine modern. Kendine özgü bir kurgusu var. Kimseye benzetemedim. Kıyaslama yapacak bir benzerini bulamadım. Yoksa bulmalı mıydım, mutlaka biri ile kıyaslamalı mıydım?  Bence hayır, zaten bu öyküleri okuyan her insan tanık olduğu özgünlük karşısında öyle bir kıyaslamanın imkansız olduğunu kolayca görür sanıyorum.  
 
“Ne ‘sen’den, ne ‘ben’den, ne de ‘biz’den geriye, sözlerimizden başka bir şey kalmayacaktı. Yazmasam… İşte o sözler birikti şimdi, kahve eşliğinde…”
 
Merve Koçak Kurt, Hece Yayınları tarafından yayınlanan  “Ellerin Mavi Kelebek” isimli ilk öykü kitabında “Bir kadının kahve/rengi düşleri için” ithaf ettiği “Kahve fincanında bumerang etkisi” başlıklı öyküsünde böyle diyor.
 
Eğer kitabı okumaya başlamadan önce kendinize bir kahve hazırlamamışsanız kısa bir süre sonra yapmak zorunda kalıyorsunuz. Çünkü daha ilk öyküde tıpkı kitabın bütününde olduğu gibi kahve kokusunu hissediyorsunuz.
 
Hatta yazarın okura kakuleli kahve tavsiye eder bir hali var. Ah, kakuleli kahve Suriye’den gelen diyor. Bir an duraksıyorsunuz, yüreğinize bir ağırlık çöktüğünü hissediyorsunuz. O topraklardan bir gün iyi haber gelecek mi diye soruyorsunuz kendi kendinize.
 
Kitaba ismini veren “Ellerin Mavi Kelebek” öyküsünü merak ediyorsunuz, sayfaları hızla çevirerek kitabın sonuna doğru  bulup okuyorsunuz “Ellerin Mavi Kelebek” öyküsünü . “Sessizliğin diliydi şimdi aralarına giren. Huzursuz ve kekre. Dünyanın ona kimsesiz bıraktığı günkü gibi. Annesiz kaldığı o gün gibi. Konuşmayı unuttuğu. Lâl kesildiği. Sabit gözbebeklerini gördüğü. O günkü gibiydi. Simdi sessizlik… Bir-adam. İki kadın. Üç yazar. Herkes aynıydı.” Bu cümleler mutlaka aklınızda kalıyor.
 
Tekrar kitabın başına dönüyorsunuz çünkü anlıyorsunuz ki aslında öyküler bir biriyle bağlantılı, bir birinin devamı, bir birini tamamlayan parçalardan oluşuyor. Bir öyküyü okumadan diğerini tam anlayamayacağınızı, birçok şeyin eksik kalacağını  hemen hissediyorsunuz.
 
Sonra  “Aylarca parmak uçlarımız(d)a oturan kanın yavaş yavaş dağılıp yerinin göverdiği, vücudumuzda ince bir sızı bıraktığı, sonra dayanamayıp kağıda düştüğü ve en sonunda da kendi acısını em(zir)diği… Bir düş’teyiz’!…” cümlelerini okuyorsunuz “Uçurumun kıyısındakilere…”  ithaf ettiği “ Söz uçurumumda bir epilog” öyküsünde.
 
Aslında  bu öyküler sadece “uçurumun kıyısında” değil hayatın bütün kıyılarında  dolaştırıyor sizi. Bu öyle bir dolaştırma ki  bazen sizi durduğunuz yerden alıp art arda  bir rüyadan başka bir rüyaya taşır gibi, bazen büyük bir dikkat ve merakla izlediğiniz filmin tam orta yerinde sizi sinema salonunun karanlığından alıp   dışarıya kendi içinizi yeniden keşfetmeye çıkarır gibi,  ya da seyretmeyi yarıda bıraktığınız  filmin devamını  birbirinden çok farklı sahnelerle tamamlar gibi…
 
Yazımın başlarında da demiştim;  öykülerde kullanılan "s/imgeler" çoğu zaman alabildiğine geleneksel ama metinlerin kurgu biçimi alabildiğine modern. Kendine özgü bir kurgusu var bu öykülerin…
 

Bu arada kitabı henüz okumamış okurlar için hatırlatmalıyım ki  bu öyküler öyle bir solukta okunacak kadar hemen kendini ele veren öyküler değil. Zaman zaman durup bazı cümleleri hatta kelimeleri tekrar tekrar okumak zorunda kalıyorsunuz ama ilginç olan şu ki pes etmiyorsunuz, edemiyorsunuz.  Çünkü öyküler o özgün kurgusuyla  size hiç çaktırmadan kendisini merak ettiriyor ve öykülerin birbirine karışmış sinematografik, felsefi ve şiirsel anlatımları sizi yepyeni bir okuma serüvenine  katılmaya her satırda her kelimede yeniden zorluyor adeta. Bir süre sonra siz de öykülerle birlikte  hayatın bütün kıyılarında kendinizce anlayabildiklerinizi kendi kendinizce im/lemeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Artık öykülerin her kelimesi her harfi ayrı ayrı ve tekrar tekrar sesleniyor size, artık iyice duyuyorsunuz:  "Ellerin Mavi Kelebek"…

 

29 Nisan 2014 Salı / teodoradoni.com

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir