YASEMİN BAHAR
Eskimeyen Fotoğraflar |ÖYKÜ|
Ansızın çalan telefon ile irkilmişti Yusuf. Birkaç gündür telefonu sessizdeydi. ‘Sesini unutmuşum telefonun, kim acaba?’ diye kendisiyle konuştu. Arayan, çok eskilerde kalan bir arkadaşı idi. ‘Hayırdır?’ diyebildi gayri ihtiyari. ‘Samet …’ Ses gitmişti bir süre. Telefonla ne zaman konuşsa, hat mutlaka gidip geliyordu. Yine öyle olmuştu. O esnada sadece Samet ve ölüm kelimelerini duyabilmişti Yusuf. Çocukluğunun en güzel anılarına sahip olan arkadaşı Samet, demek ki Hakk’a yürümüştü. ‘Hasta mıydı?’ diyebildi sadece. ‘Evet, adım adım yürüdü Hakk’a’’ dedi telefondaki ses. Tamam, dedi Yusuf. Hazırlanıp geliyorum. Geçmişin o tatlı hatıralarına karşı son bir görevi vardı Yusuf’un. Oturduğu kanepeden kalktı. Abdestini alıp, hazırlığını tamamladı. Kapıdan çıkarken ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’ dedi. Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz…
Cenaze namazının kılınacağı camiye geldiğinde ortalık epey kalabalık sayılırdı. Herkes saf tutmaya başladığı için demek ki namaz başlamak üzereydi. Dikkat çekmek, bir başka tanıdık arkadaşa rastlamak istemediği için en arkada saf tuttu. Namazını kılıp, hakkını helal ettikten sonra sessiz sedasız ayrılacaktı ki koluna birisi dokundu. O kadar dalgındı ki bedeni kendiliğinden hareket ediyordu. Koluna dokunulunca irkilmişti. Dönüp kendisine dokunan kişiye baktığında, içi ısındı. Çocukluğunun kıymalı böreklerinin kokusu burnuna geldi. Samet’in annesiydi koluna dokunan. ‘Geleceğini biliyordu Samet. Bu resmi ne zamandır yanımda taşıyordum. Al oğlum emanetini.’ dedi kadın. Başka da bir şey demedi. Sadece sarıldı Yusuf’a. Sessizce ağladığı belli oluyordu. Yusuf’un da yanağından bir damla yaş süzüldü o an. Eline tutuşturulan resme bakmaya cesaret edemediği için resmi cebine koydu ve yavaş yavaş yürüyerek oradan ayrıldı…
Yalnızlığın buram buram hissedildiği eve geldiğinde sessizce odasına çekildi. Kanepeye otururken derin bir iç çekti. ‘Eski defterlerin açılacağı varmış sanırım’ derken cebine koyduğu resmi çıkardı. Samet ve kendisi vardı resimde. Yüzlerinde kocaman bir gülümseme. Yaşamın acı tarafıyla yüzleşmemişler gibi gamsız ve içten bir gülümseme… Yusuf da gülümsedi istemsizce. Günler sonra gülümsüyordu belki de… Resmin arkasını çevirdi gayri ihtiyari. ‘Hatırla o eski günleri, en çok güldüğümüz yeri, hayallerimizi gömdüğümüz yeri! Hatırla ve yeniden kur hayalini…’ Defalarca okudu yazıyı, sanki dün yazılmış gibiydi…
Bir yandan resmi inceliyor, diğer yandan da o günü anımsamaya çalışıyordu. Hatıraları bir türlü canlanamamıştı. Üzerinden zaman geçtiği için mi anımsayamadı yoksa en mutlu olduğu anıların yerini, en mutsuz olduğu anlar aldığı için mi, bilemedi Yusuf…
*
Bütün gece düşündü durdu Yusuf, uyku tutmadı bir türlü. Sabahın ilk ışıkları evine yansımaya başladığında uykuya daldı. Rüyasında Samet’in gönderdiği resmin olduğu yere gitmişti. Ağaçların yaprakları rüzgârla dans ederken, Samet ve Yusuf kahkahalarla gülüyorlardı. Sohbetin dibine vurdukları ve kahkahalar attıkları esnada bir flaş patlamıştı. Donmuştu gülümsemeleri yüzlerinde. Flaşın patlamasıyla uyandı Yusuf. Aceleyle atıştırdı bir şeyler ve ceketini alıp çıktı evinden. Ağaçların olduğu o mahalleye doğru yol aldı.
Kaç kez geçtiğini sayamamıştı bu marketin önünden. Bir türlü o akasya ağaçlarını bulamamıştı. Dönüp dolaşıp alt katının süper market, üst katlarının ise apartman olduğu binanın önünde durdu. Ne yapacağını bilemez hale gelmişti ve yorulmuştu da. Nedense Samet’in gönderdiği resimde bir mesaj gizliymiş gibi geliyordu kendisine. Maksadı sadece geçmişi anımsatmak değil de, yeni şeyler de söylüyormuş gibi bir his…
Dağılan saçlarını eliyle düzeltmeye çalıştı. Nefes alıp verdikçe yine o eski ruh haline bürünmeye başladı. Bu kısacık umutlu hali sönmek üzereyken, ‘bu heyecanlı hal bana fazlaydı zaten’ deyip gerisin geri dönmeye niyetlenmişken ‘Delikanlı bak hele!’ diye bir ses işitti. İçindeki tüm umutlar, kelebek misali uçuşmaya başladı. Yüzünü sesin sahibine döndüğünde, yaşlı bir adam kendisine bakmaktaydı. ‘Yusuf senmin?’ diye sormuştu yaşlı adam. ‘Evet, benim amca’ diyebildi Yusuf biraz kekeleyerek. Heyecanlanınca kelimeler arası duraklıyordu zaten. Yaşlı adam gözlüğünün üzerinden bakmayı bıraktı, bastonuna tutunarak ‘Al bakam emanetini’ diyerek başka bir fotoğraf uzattı Yusuf’a. Yusuf ‘Neler oluyor amca?’ diye soracak oldu ama yaşlı adam sözünü kesti; ‘Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur evlat. (Ahmet Amiş Efendi) Hadi kal sağlıcakla’ dedi ve kendisinden beklenmeyecek bir hızla uzaklaştı Yusuf’un yanından…
*
Eve büyük bir heyecanla gelen Yusuf hemen yeni fotoğrafın başına geçmek istiyordu ama diğer yandan da ‘Acaba ne yazmış olabilir Samet?’ diye düşünmek yaşadığını hissettiriyordu. Aylardır üzerine serilen ölü toprağı nihayet silkelenmiş ve tohumlar filizlenmeye başlamıştı. Önce çay koydu ocağa. Hafiften de türkü mırıldanmaya başladı. Bir yandan da ‘Samet yaşarken de güldürüyordun beni, ölümünle de gülümsetiyorsun ne adamsın’ demekten kendini alamadı. Ölümün soğukluğu biran yüzüne vurmuş olsa da gülümsemeye devam etmeye çalıştı. Ayrıldıysak bedenlerimiz ayrıldı, ruhlarımız elbette bir araya gelecek inşallah dedi ve odasına geçip kanepesine oturdu.
Eline aldığı resme bakmadan önce arkasını çevirdi hemen. Resmin arkasında ne yazdığını şuan daha çok merak ediyordu. ‘Nasıl gidiyor yaşamla aran? Artık yaşamayanlara bakıp da, nefes almanın tadına var yeniden. Sahi nefesimizi tuttuğumuz havuz hala duruyor mudur ki?’ Yusuf elindeki resmin hemen ön yüzünü çevirdi. Samet’le birlikte gittikleri havuzun başında yine gülümseyerek duruyorlardı. Saç baş dağılmış ama gülümsemeler yine iç ısıtan cinstendi. İstemsizce gülümsedi yine. Bu kez gülümsemesi donmadı yüzünde. Olabildiğince gülümseyerek, zorlanmadan o günler düşüvermişti hatırına…
Havuza serinlemek için gitseler de esas amaçları suyun altında kim daha fazla kalacak iddiasını yanıtlamaktı. Çokça kez Samet kazanmış olsa da bu iddiayı Yusuf’un da kazandığı nadir anlar vardı. Misal hemen düşüvermişti hatırına. Havuza gitmeden bir önceki gün kocaman leğeni evin ortasına getirip, içini de bir güzel suyla doldurmuştu Yusuf. Kafasını suyun içine daldırırken bir yandan da annesine 'Say anne say, dakikayı say' diye tembihliyordu. Her defasında rekoru kıramamanın vermiş olduğu hayal kırıklığı ile çıkarmıştı başını leğenin içinden. Şans, ertesi gün Yusuf'un yüzüne gülmüş ve Samet’ten daha fazla suyun altında kalmıştı. Yusuf’un yüzündeki o kocaman gülümseme de aslında kazanmış olmanın verdiği mutluluktan ötürüydü. ‘Çek dayı çek Yusuf’un nadir kazandığı gün bugün, anısı kalsın’ demişti Samet ve oradaki görevliden kendilerinin fotoğrafını çekmelerini istemişti.
Yusuf o günü anımsadığına mutlu oldu. Yeniden o günlere dönmek, Pandora’nın kutusunu açmak gibiydi. Şuan gülümsüyor olsa bile sonundan endişe ediyor ama yine de kutuda neler var, neler yok diye merak ediyordu. Yarın ilk fırsatta o havuza gideceğim diye iç geçirmişti mutfağa yöneldiğinde. Çay iyice demlendikten sonra doldurdu bardağına ve bir yudum aldı çayından. ‘Oh be dünya varmış’ dedi çayıyla derin bir sohbete başlarken…
*
Ertesi gün Yusuf uyandığında güne umutla başlamıştı. Aylardan sonra belki de ilkti bu şekilde uyanmak Yusuf için. Yaşamakta olduğu zorlu günlere kısa bir mola vermiş gibiydi. Sanki bir filme başlamış da, başrol olarak o filmde yazılan sahneleri oynuyordu. Öyle bir farklılık, öyle bir canlılık hali hâkimdi üzerinde. Kahvaltı için hazırlık yaptı bu kez, geçiştirmek istemiyordu. Çayını demlemeyi, yumurtasını haşlamayı, sıcacık ekmeğini gidip fırından almayı ihmal etmedi. Karnını güzelce doyurduktan sonra aynaya baktı. Tıraş olsam mı olmasam mı diye düşünürken, bir an aynadaki görüntüsünden kendisi bile ürktü. Saçı sakalı karışmış bir haldeydi. Daha fazla düşünmeden aldı makinasını eline ve sakallarını kısalttı. Saçlarını da taramayı ihmal etmedi. Aynaya tekrardan baktığında bu kez memnun ayrıldı karşısından ve amacına doğru yola koyuldu.
Gençlik yıllarında gittikleri havuz yerinde durmasına duruyordu ama şekil değiştirmişti. Spa merkezi olarak yaşamına devam ediyordu havuz. ‘Ben nasıl gelmedim ki bir daha buralara?’ demekten kendisini alamadı Yusuf. Macera burada son bulacak diye hayıflandı. Etrafına bakındı yeniden. Biri seslenir mi acaba diye iç geçirdi. Beklemekle gelmez gelecek olan diyerek içeri girdi. Ücretini ödedikten sonra kendisini spa merkezinin sağladığı keyifli anlara bıraktı. ‘Samet bana yine felekten bir gün çaldırıyorsun’ diye iç geçirdi.
Saunaydı, keseydi, tellaktı derken kendisini o havuzun başında buldu. Havuz elbette geçmişten daha bakımlı bir haldeydi ama yine de aynı havuzdu işte. Mazinin yeniden canlanmasına izin verdi bu kez Yusuf. Çok geçmeden suyun içine attı kendisini. Kulaç attıkça rahatladı, rahatladıkça kulaç attı. Yorulduğunu anlayınca çıktı havuzdan ve duşunu aldıktan sonra evinin yolunu tutmaya karar verdi. Herhalde iyi bir gün geçirmemi istedi Samet, bu fotoğraf döngüsü de burada sona erdi diye düşünmeye başlamıştı ki danışmadaki görevli kendisini durdurdu: ‘Yusuf bey siz misiniz?’
‘Evet’ diye karşılık verdi Yusuf. ‘Ücreti girişte ödemiştim’ diye ekledi. Nedense ücretle ilgili bir sıkıntı olduğunu düşündü.
‘Biliyorum efendim, memnun kaldınız mı merkezimizden?’
‘Evet.’
‘Sevindim. Bu zarf size bırakıldı. Buyurun.’
‘Anlamadım ne zarfı?’ Fotoğraf bekliyordum diyememişti elbette.
‘Samet Bey bırakmıştı sizin adınıza ne zarfı olduğunu bilmiyorum.’ Telefonundan bir şeyler açtı genç adam ve kendisine gösterdi. ‘Bu kişi sizsiniz değil mi?’ diye sordu genç adam. Fotoğrafa baktı Yusuf. Evet, kendisiydi. İş yerinin önündeydi. Sorusuna cevap bekleyen görevliyi fark edip, kafasını sallayarak onay verdi Yusuf. Konuşmaya çalışsa kekeleyeceğinden adı gibi emindi. ‘Müessesimizin tüm olanaklarından yararlandıktan sonra size bu zarfı vermem rica edildi de. O yüzden içeri girdiğinizde vermemiştim. Merakla bu günü bekliyordum. İzin bile kullanmadım desem yalan olmaz. Umarım iyi şeyler olur hayatınızda. Samet Bey çok içten bir insandı hepimizin de iyiliğini düşünürdü. O yüzden bu görevi rica ettiğinde hem şaşırmış hem sevinmiş hem de heyecanlanmıştım. Diğer arkadaşları değil de beni seçtiği için azıcık mutlu da olmuştum. Çok eski dostusunuz sanırım.’ Yusuf bıraksa adam daha konuşacaktı ama zarfı cebine yerleştirip ‘Teşekkür ederim.’ diyerek hızlıca ayrıldı binadan. Dışarı çıktığında biraz başı ağrımaya başlamıştı. Onca zaman suyla haşır neşir olduğu için mi yoksa adamın hiç ara vermeden konuşmasından mı emin olamadı. Tek istediği eve gitmek ve zarfı açmaktı.
*
Telefonunun sesiyle uyanmıştı Yusuf. Arayan patronuydu. Açıp açmamakta tereddüt yaşadıktan sonra yüzleşmek en iyisi diye düşünüp ekranda yanıp sönen yeşil renge dokundu. ‘Yusuf neredesin sen oğlum? Arkadaşların arasında yanlış anlaşılma olmuş. Senin paraya dokunmadığın kameralarla da kanıtlandı. Gel de konuşalım yüz yüze.’
‘Olur, gelirim bir ara’ diyerek yanıtlamıştı Yusuf. Suçsuz olduğunu, kasadaki paraya dokunmadığını biliyor olsa da iş yerinde öyle bir kurgu oluşturmuştu ki Sedat, bir an kendisinden kendisi bile şüphe duymaya başlamıştı. Bundan sonra da duramamıştı iş yerinde daha fazla ve eve kapanmıştı. O günden sonra telefonunu sessize almış, bazı günler de tamamen kapatmıştı. Öyle böyle bir ayı geçirmişti. Yaşıyor muydu yoksa ölmek üzere miydi kendisi de bilmiyordu. İşte tam öyle bir zamanda çalan telefonu haber vermişti Samet’in öldüğünü… ‘Neyse ki bu sefer Sedat öldü diye haber almadım. Yoksa aynı olayı tamamen yaşamış olacaktım!’
Masanın üzerine koyduğu zarfı eline aldı. Usulca yırttı kenarından ve içindeki resmi çıkardı. ‘Danışmadaki görevliyi düşününce, resmi zarfa koymakta haklıymış Samet’ dedi ve gülümsedi. Bu kez resmin ön yüzünde takılı kalmıştı. Zühre’ydi resimdeki, yanılmıyordu. Daha bir yaklaştırdı resmi kendisine. Evet, işte Zühre! O yeşil gözlerin, o masum bakışların, o içten tebessümün sahibi olan Zühre… Hemen resmin arka yüzünü çevirdi. Yazılanları okuduktan sonra derin bir ah çekti ve resmi masanın üzerinde duran sürahinin önüne yerleştirdi. Ceketini alıp resimdeki şifreyi çözmek üzere yola koyuldu.
Deniz kenarına geldiğinde hava biraz serinlemeye başlamıştı. İyot kokusu serinliği hissettirmeyecek şekilde Yusuf’u etkisi altına aldı. Zühre’yi görecek olmanın heyecanı mıydı yaşadığı yoksa üşüyor olmanın verdiği titreme mi emin değildi. İçinde bir şeyler uyanmıştı. Uyandığı günden beri de bu günün geleceğinden korkuyordu. Ve nihayet her zaman olduğu gibi korktuğu yine başına geliyordu. Gelecekti. Birazdan. ‘Olacak olan olmuş muydu gerçekten?’ diye iç geçirirken, resmin arka yüzünde yazanları hatırladı tek tek…
‘Senden çaldığım umudunu, saygınlığını, dürüstlüğünü sana geri verebilmek içindi tüm bu çabam. Geçip giden yılların telafisi olmayacaktır elbette ama yine de bir umut be Yusuf! Beni affedebilir misin? Yaptıklarım için gerçekten özür diliyorum hem de tüm kalbimle… Neyse beni boş verelim… Bu adrese gidersen şayet Zühre’yi görebilirsin. Umarım sizin için geç olmamıştır.
Senin kıymetini bilemeyen arkadaşın Samet…’
Zühre’nin çalıştığı kafe tam karşısında duruyordu Yusuf’un ama içeriye girip girmemekte kararsızdı. Ellerini cebine koymuş, bir yandan denizin kokusunu içine çekiyor diğer yandan da sağa sola bakıyordu. Yıllardır içinde sönmeyen tek ateş Zühre’nin ateşiydi. Geçip giden yıllar Samet’e olan kırgınlığını bile söndürmüştü. Bir tek yeşil gözlü genç kızın ateşi har har yanmaya devam etmişti. Kaç defa Zühre’yi aramaya yeltenmiş, sonrasında hemen vazgeçmişti. Nedeni ise basitti aslında. Kendi masumiyetini kanıtlaması için Samet’in yaptıklarını ortaya çıkarması gerekiyordu. Sırf bu yüzden değil miydi mahalleden taşınması, izini kaybettirmesi. Arkadaşının yüzüne gerçekleri vurmamak için uzaklaşmamış mıydı oralardan? Çocukluğunu, gençliğini, masumiyetini, arkadaşını, sevdasını geride bırakarak uzaklaşmıştı…
‘Yusuf!’
Geçmişin tozlu sayfalarında gezinmekte olan Yusuf, genç kadının sesiyle kendine geldi. ‘Yusuf’ Öyle bir tonda Yusuf diyordu ki Zühre, Yusuf’un o tonlamayı unutması mümkün değildi… Ellerini cebinden çıkardı alelacele ve hemen sesin sahibine doğru döndü.
‘Zühre’ diyebildi sadece. O ismi söylerken ne kadar heyecanlanırsa heyecanlansın kekelemiyordu Yusuf. Keza onunla konuşurken de… Genç kadın önce sola ardından sağına bakarak karşı kaldırıma geçti. ‘Sensin. Gelmişsin’ diyebildi tüm heyecanıyla. ‘Hiç değişmemişsin’ diyerek ekledi. ‘Sen de değişmemişsin’ diyebildi Yusuf kaçamak bakışlarıyla. ‘Gel içeri geçelim. Çay içer, sohbet ederiz.’ Cevap vermeden genç kadını takip etmeye başladı Yusuf…
Çok geçmeden masanın etrafındaki sandalyelere karşılıklı oturdular ve çaylarını yudumlamaya başladılar. Birbirlerinin yüzlerine kaçamak bakışlar atıyor, sessizce sakinliği dinliyorlardı. Dışarıdan görünen buydu. Oysa Yusuf mahcubiyet içindeydi. Zühre’nin hala kendisini hırsız olarak mı gördüğünü bilmiyordu. Ben yapmadım, bakkaldan o parayı ben çalmadım da diyemiyordu. Bu duygu kendisini yeterince yıpratmıştı zamanında ama şimdi yeniden içi yanıyordu işte. Geçmişin sızısı hafiflemiş olsa da, izi aynı duruyordu neticede…
Zühre ise kaybettiğini yeniden bulmanın verdiği mutluluk ve heyecanı içindeydi. Gerçekleri taa o zamandan beri biliyordu aslında. Samet işin iç yüzünü çok geçmeden kendisine anlatmıştı. Kaldı ki anlatmamış olsaydı da olanlara inanacak değildi. Yusuf’u tanıyordu, onun kalbini biliyordu. Ama bu yanlış anlaşılmayı çözecek zamanı bile bulamadan kayıplara karışmıştı Yusuf. Ne denli üzüldüğünü, ne kadar çok ağladığını bir Allah, bir kendisi biliyordu. O günlerden beri ‘Allah’ım Yusuf’la yeniden kesiştir yolumuzu’ diye dua etmeye başlamıştı… İşte o aylarca, yıllarca beklediği an nihayet gelmişti. Adeta rüyada gibiydi genç kadın. Gerçek olduğunu anlayabilmenin tek yolu konuşmaya başlamaktı ve ilk söze kendisi başladı.
– Biliyordum. Senin yapmadığını yani. Şuan öyle mahcup mahcup bakmana gerek yok. Hiç inanmamıştım. Bunu sana söyleme fırsatını bile bulamadım. Sana inanıyorum diyemedim. Sen masumsun diyemedim.
– Ben… Bana inanmana çok sevindim orası ayrı ama gelip de ben yapmadım diyemedim.
– Samet bile bilmiyordu gittiğiniz yeri. Seni çok aradı. Aradık yani. Ama ne iz vardı senden ne de başka bir şey. Bulamadık. Dönersin diye de çok bekledik. Dönmedin de. Öyle.
Yusuf o olayları konuşmak istemiyordu. Konuyu değiştirmeye çalıştı hemen.
– Burada olduğumu nasıl bildin? Gördün mü beni uzaktan?
– Hayır, yani evet gördüm ama geleceğini biliyordum.
– Nasıl yani?
– Samet daha öncesinde kafeye gelmişti. Zaten görüşüyorduk ara sıra. İrtibatı koparmamıştık. Seni bulmayı aklına koymuştu. Aynı şehirdeyken nasıl olup da karşılaşmıyoruz diyerek bozuluyordu bu duruma. Bir şekilde çalıştığın yeri öğrenmiş. Detay vermedi. Çevresinde dolanmış birkaç kez. Ama gelememiş yanına. Öyle olunca sana mesaj bırakmış. Çok utanıyordu kendi adına… Biliyor musun seni hiç unutmadık. Seninle yaşadığımız o güzel zamanları. Çocukluğumuzu…
– Ben de unutmadım. Ne o günleri, ne de sizi…
– Kaybolmayacaksın değil mi bir daha?
– Hayır, kaybolmayacağım.
– Sevindim… Bu arada bu senin emanetin. Zühre bir koşu içerideki kasadan bir zarf getirmişti. Yusuf‘. Daha ne olabilir ki?’ diye içinden geçirirken Zühre konuşmasına devam etti. Samet bıraktı. Tek şartım var zarfı bir aradayken açacaksınız dedi.
Yusuf masanın üzerindeki zarfı aldı ve içerisindeki resmi çıkardı. Resimde Zühre, Samet ve Yusuf vardı. Lunaparktaki atlıkarıncanın üzerinde, kahkahalarla gülüyorlardı. ‘Güzel zamanlardı’ dedi Zühre. Yusuf sadece başıyla onayladı. Hemen resmin arka yüzünü çevirdi. Yanılmamıştı. Samet bir mesaj daha bırakmıştı. ’17 Eylül’de Lunaparkta… Üçümüz yine yeni yeniden…’
– Ne yazıyor?
– İki gün sonra lunaparkta buluşalım diyor.
Garsonun masaya yeni çayları getirmesiyle mevzu kapanmıştı. Yusuf kafede kaç saat oturduğunu bilmiyordu. Zaman akıp gitmişti ama onlar farkına varmamışlardı. Hayatlarının belli bir döneminde onlar için duran zaman, şimdi yeniden akmaya başlamıştı. Konuştukça konuşuyorlardı. Kâh geçmişteki günlerden, kâh sonraki zamanlardan. Mevzu şimdiye geldiğinde ise utangaç bakışlar atıyorlardı birbirlerine. Telefon numaralarını birbirlerine verdikten sonra Yusuf kafeden ayrılmıştı. İki gün sonra kendisini nelerin beklediğini bilemiyordu. Samet demek ki son mesajını lunaparka gizlemişti. Aklının bir kenarını ‘üçümüz yine yeni yeniden’ cümlesi kurcalıyordu ama Zühre’yi yeniden görmüş olmanın verdiği mutluluk bu düşünceyi çabucak unutmasına neden olmuştu. Elleri cebinde, yüzünde kocaman bir gülümseme ile iş yerinin yolunu tuttu Yusuf. Halledilmesi gereken meseleyi daha fazla uzatmanın anlamı yoktu. Geçmişte bu durumdan kaçmıştı, şimdi ise kaçmak yerine kalıp mücadele edecekti. Etmeliydi…
*
Sonbaharın hissedilmeye başladığı o günlerde Yusuf’un hayatı değişmeye başladı. Samet’in haberiyle başlayan yolculuğu bugün son bulacaktı. Geçmişe gidip gelmiş, o zamanları yeniden yaşamıştı. Samet’i kaybetmiş olmanın hüznünü daha fazla hissetmeye başladı. ‘Affettim!’ diyerek sırtına vurmayı ve boynuna sarılmayı ne çok istiyordu. Kendisine böyle güzel zamanlar yaşattığı için ve Zühre ile yollarını yeniden kesiştirdiği için teşekkür bile edebilirdi Yusuf Samet’e. Geçmişte onun yüzünden çokça sıkılmış, üzülmüş, zor zamanlar geçirmişti. Ama şimdi… Kendisi için bunca çabalamış bir insanı nasıl olur da affetmezdi? Nasıl unutmazdı o zor zamanları? Unuturdu elbet, affederdi de. İnsan insanın hem kurdu hem de yurdu değil miydi? Kurtlaşan insan er ya da geç yeniden yurt da olabilirdi. Ah be diyebildi sadece kapıyı çekip evinden çıkarken…
Yusuf lunaparka geldiğinde Zühre çoktan kendisini bekliyordu hem de elinde elma şekeriyle. ‘Yok artık’ dedi Yusuf tebessüm ederek. ‘Tıpkı geçmişteki gibi değil mi?’ derken gülümsedi genç kadın. Yusuf biraz utanarak aldı elma şekerini eline. ‘Ne yapıyoruz şimdi?’ diye sordu. ‘Tabi ki dönme dolaptan başlıyoruz sonrası korku tüneli, çarpışan araba ve atlıkarınca ile sonlandırıyoruz.’ Yusuf kendini tutamayıp bir kez daha ‘Yok artık’ dedi. ‘Ne var canım eski zamanlardayız ne de olsa’ diye ekledi genç kadın. Yusuf ve Zühre, elma şekerlerini yedikten sonra dönme dolaba doğru ilerlediler. Yusuf bir yandan seviniyor, diğer yandan ise gittikçe buruklaşıyordu. Korku tüneline Samet olmadan binemezdi ki! Tünelin içinde korktuğu yetmiyormuş gibi bir de üzerine Samet korkutuyordu ama yine de yanındaydı ve bu da onu güvende hissettiriyordu. Zühre’den çekinmese oturup hüngür hüngür ağlayacaktı. Yaşadığını fark etmeye başladığı için mi bastırdığı tüm duygular açığa çıkıyordu? Bilmiyordu…
Dönme dolap yavaş yavaş yükselirken Yusuf kendilerini izleyen bir çift göze rastladı. O gözlerin sahibini çok iyi biliyordu bilmesine ama imkânsızdı o gözleri yeniden görmesi. Kalp atışı hızlandı, elleri terlemeye başladı. Zühre Yusuf’taki bu ani değişimi korkuyor olmasına bağladığı için üzerinde durmadı ama Yusuf gittikçe tehlikeli olabilecek hareketler yapmaya başladı. Dolap yükseldiği esnada ayağa kalkmaya çalıştı, Zühre zorla oturtabildi. Yusuf oturduğu yerden aşağıya sarkmaya çalışınca Zühre’nin de tedirginliği arttı. ‘Hayırdır Yusuf ne oluyor? İyi misin?’ diye sormaktan kendisini alamadı genç kadın.
– Samet! Samet’i gördüm. İnanabiliyor musun? Samet’i gördüm diyorum. İnmemiz gerekiyor!
– Resimde Samet de geleceğim demiyor muydu zaten? Neden şaşırdın ki?
– Nasıl yani? Samet… Ölmedi mi? Öldü dediler cenazesine gittim ben!
Yusuf’un aklı karıştı, adeta kördüğüm haline geldi. Dönme dolap döndükçe beyni bulanıyordu. Bir yandan da aşağıdaki o gözlerin sahibini yeniden görmeye çalışıyordu ama çoktan kaybolmuştu o genç adam. ‘Hayal miydi şimdi bu ama ben eminim Samet’i gördüğüme…’ diyerek ikileme düştü. Telefonunun çaldığı, bu olayları başlatan o ilk güne dönmeye çalıştı. Çalan telefonda ne demişti arkadaşı ‘Samet’in…’ sonrası kesilmiş, hat çekmemişti. Hat geri geldiğinde ise vefat haberini vermişti arkadaşı. O zaman ölen kişi Samet değil miydi? Ben mi yanlış anladım tüm olanları? Neydi bu yaşadıklarım?
Dönme dolap durur durmaz Yusuf kendini dışarı attı. O gözleri gördüğü tarafa doğru var gücüyle koşmaya başladı. Zühre arkasından bakakalmıştı. Ne olduğunu anlayamıyordu ama korkmaya başladı. Yusuf’u gözden kaybettiği için ne yapacağını bilemiyordu. Buraya döner nasılsa diyerek beklemeye başladı. Bir an atlıkarıncanın olduğu tarafa doğru bakınca onu gördü. Yüzündeki endişe yerini rahatlamaya bıraktı. Ufak adımlarla yaklaştı ona doğru. Tek kelime etmeden bakıştılar sadece. ‘Teşekkür ederim’ dedi genç adam. ‘Sen olmasaydın planım tamamlanamazdı.’ ‘Esas ben teşekkür ederim’ dedi genç kadın. ‘Sen olmasaydın onu yeniden bulamazdık.’
Yusuf ellerini saçlarında gezdirerek dolanıyordu etrafta. Var gücüyle koştuğu için soluğu kesilmişti. Yavaş adımlarla, uzaklaştığı alana geri dönüyordu. Bir yandan da arkasına dönmeyi ihmal etmiyordu, belki yeniden görürüm onu diye düşündüğü için. Yaşadıklarını bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışıyordu. Saçlarını iyice karıştırdıktan sonra dönme dolaba doğru yöneldi. Dönme dolabın etrafında bir tur attıktan sonra görebildi Zühre’yi. Zühre atlıkarıncanın yanında birisiyle konuşuyordu. Genç bir adam arkası dönük bir şekilde duruyordu. Yusuf’un canı sıkıldı bu duruma. Kafası karman çorman olmuş bir haldeyken, bir anlık öfkesine yenik düşerek ‘Zühreee’ diye bağırdı. Söz ağzından çıkar çıkmaz pişman oldu sesinin tonlamasına ama iş işten geçmişti. Sesi duyan Zühre Yusuf’u gördüğü için rahatladı ve bir yandan ona gel işareti yapıyor, diğer yandan da yanındaki adama gülümsüyordu. Yusuf ise adımlarını hızlandırmak üzereydi ki Zühre’nin yanındaki genç adam kendisine doğru döndü. Yusuf olduğu yere çakıldı adeta. Kafasını iki yana salladı. Gözlerini açıp kapattı. Ne adım atıyor ne de nefes alıyordu. Gözlerinin önünden tüm yaşadıkları bir bir geçmeye başladı. İşte tam o esnada cenazede işittiği bir cümleyi anımsadı. ‘Rafet de iyi adamdı, çok çekmişti.’ Rafet! Rafet! Rafet amca! Ben Samet’in değil de Rafet amcanın mı cenazesine gittim? Ben bunu nasıl anlamadım!
Bütün vücudu gerilen Yusuf, tüm yaşadıklarını anlamlandırınca tuttuğu nefesi bıraktı. Derin derin soluklandı. Gerilen yüz kasları gevşemeye başladı. Çok geçmeden normale döndü. Açtı kollarını iki yana ve seslendi karşısında duran genç adama; Gel buraya affettim seni!