ABDULBARİ KARABEYESER
Efsane Bir Öğretmen Kel Hoca
“Mabede nasıl girersem sınıfa da öyle girerdim.” Nurettin Topçu
Kırşehir ismini ilk defa ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. İlk ve ortaokul yıllarım Solhan Yibo'da geçti. Şimdi hala oynanıp oynanmadığını bilmiyorum ama uzun ve karlı kış gecelerinde çoğu zaman şehir oyunu oynardık. Kendimizce seçtiğimiz şehrin ismindeki harfler kadar kâğıda nokta koyar ve sonra da tahmini olarak söyleyeceğimiz harflerle o şehri bulmaya çalışırdık. İki ve daha fazla kişi arasında oynanırdı. Hızlı ve doğru tahmin yürüten her zaman yarışmanın galibi olurdu. Televizyonda seyrettiğimiz çarkıfelek yarışmasının bir benzeriydi. Kırşehir ismi o günlerden kulağıma çalınmıştır muhtemelen.
Ortaokula başladığım sene okulumuza yeni bir öğretmen geldi. Kırşehirli olan bu öğretmen hem edebiyat dersimize, hem de din kültürü dersimize giriyordu. Ders anlatma tekniğinden öğrenciye yaklaşımına kadar her yönüyle farklı bir öğretmendi. Düzen, tertiplilik ve disiplin onda had safhada idi. Onun bu yönlerine girersem çıkamam şimdi. Ama ne demek istediğimi daha iyi anlamanız için kestirmeden bir örnek vereyim. Mesela yazılı yaptığı zaman arkadaşlarımızdan kopya çekmenin dışında kitap, defter vesaire her şeyi serbest bırakırdı. İstediğiniz yere bakabilirdiniz. Ama bir başkasına bakmak suretiyle kopya çekmek yasaktı. Bakan da, baktıran da kocaman bir sıfır alırdı. Dayak ise cabası. Yazılı başladıktan sonra da çoğu zaman sınıftan çıkar giderdi. Giderken de: “Yüreği olan, kendine güvenen babayiğit varsa başkasından kopya çekebilir” derdi. Peki, sınıfta olmadığı halde bakanları nasıl tespit ederdi? Valla onu bizde anlamazdık o da “meslek sırrı” der geçiştirirdi. İşte böyle bir öğretmendi o namı diğer Kel Hoca¹.
Efsane Bir Öğretmen Kel Hoca
Okulumuza gelir gelmez ilk iş olarak namaz kılanlar için bir mescit açtı. Bu o zamanlar için devrim niteliğindeydi. Sonra Okulun kütüphanesini tüm öğrencilere açtı. Öyle ki okulda kitap okumayan öğrenci kalmadı. Herkes bir şekilde kitap ve kütüphane ile tanıştı. Okula aldığı kitaplar ise cabası… Eskiden kütüphanenin önünden geçemezdik. Hatta bir defasında öğretmenimiz kütüphanenin nasıl bir yer olduğunu görmemiz için sınıfça bizi götürmüştü de yaşlı kütüphaneciden kitapları karıştırdığımızdan dolayı azar işitmiştik. Vücudunun nerdeyse yarısı kadar bir kafası ve insanı ürküten kalınlıkta bir sesi vardı. Edebiyat öğretmenimiz ne yaptı etti bilmiyorum ama onu devre dışı bıraktı ve kütüphaneyi nöbetçi usulü öğrencilerin kontrolüne verdi. Kendisi de kütüphaneden sorumlu öğretmen ve müdür yardımcısı olarak işin başına geçti. Okulda adeta bir okuma seferberliği başladı. Onun sayesinde birçok kitap okuduk. Hem okuduk, hem de gözlerimiz açıldı. Çok güzel günlerdi o günler.
Efsane Bir Öğretmen Kel Hoca
İşte Kırşehir denince o efsane öğretmen gelir aklıma. Onun okuldaki gayretleri, titiz ve itinalı çalışmaları, çalışkanlılığı, gayretkeşliği dillere destandı. Tüm ilçede, hatta köylerde namı duyulmuştu. "Biz elimizi sıkı tutmasak yavrularımızı terör şebekelerine kaptırırız" derdi. Öğrencilerini takip eder, velileriyle irtibat kurar hatta yaz aylarında köylerine kadar gider, varsa işleri, güçleri onlara yardım ederdi. Bizim köyümüze, evimize de gelmişti hatta iki gece kalmıştı. Bir gece biz de, bir gece de dedem gilde. Annemin anlattığına göre onun gelişiyle evimize, mutfağımıza bir bereket gelmişti. Annem bunu yıllardır hala anlatır durur. Dedem, babam herkes ona hayran olmuştu. Annem "Evliya diyecem da Allah'tan korkuyorum evliya adam öğretmenlik mi yapar. Hadi yaptı diyelim kravat mı takar!" Hafta sonu dahi olsa kravatını çıkarmazdı. Ben de "Anne bu da kravatlı evliya olsun ne olacak" diye takılırdım.
Efsane Bir Öğretmen Kel Hoca
Onun bu çalışkanlığı ve inceliği okul müdürümüzün gözünden kaçmamış olacak ki kendisini zorla müdür yardımcısı yapmıştı. Tabi bunu sonradan duyuyorduk biz. O gelmeden önceki okulumuzun hali içler acısıydı ve öğrenciler olarak çok muzdariptik. Çetecisinden hırsızına; öğretmen döveninden yatakhane yakanına kadar her türden suç partnerleri kollektif bir şirket gibi çalışıyorlardı. Onun gelmesiyle her şey bıçak gibi kesildi. Yaz kış demeden en umulmadık yerde karşımıza çıkar “sakın yaramazlık yapmayın ben ensenizdeyim“ der gibi bakar geçerdi. Hele karlı-yağmurlu ve çamurlu havalarda giydiği o uzun çizmeleri yok mu bir aksesuar olarak ona çok farklı bir renk katıyordu ve biz onu harbiden çok seviyorduk.
Rahmetli oldu Nazım diye bir arkadaşımız vardı o da tıpkı annem gibi bu öğretmenin "evliya" olduğunu söylerdi her ismi geçtiğinde. Bir an da birçok yerde görülebiliyordu mesela: Bir bakıyorsun yatakhanede, bir bakıyorsun okulun bahçesinde, bir bakıyorsun sınıfların koridorlarında. Nerdeyse baktığımız her yerde onu görüyorduk. Peki, bir anda birçok yerde nasıl olabiliyordu? Olabiliyordu işte çünkü çok hızlı ve atikti. Suç mahalline suçtan önce intikal edecek kadar hızlıydı ve çokça şahidim onun bu hızlılığına. Tabi bu atikliği imanından ileri geliyordu ve bu da ayrı bir yazının konusu.
Kimsenin gıybetini yapmaz, kimseyi çekiştirmez, kimsenin aleyhinde laf taşınmasına izin vermezdi. İşinin ehli, görevinin aşığı bir öğretmendi. Onun ismi geçti mi herkes susmak zorunda kalırdı çünkü herkes bilirdi ki o işini tam yapan bir öğretmendir. Onu sevmeyenlerin bile onu takdir ettiklerine çokça şahit olurduk. Bazı dindar öğretmenlerimizden şunu sıkça duyardık mesela: "Yazık hocaya sanki İslam için çalışıyor. Bu laik, Kemalist devlet için bu kadar fazlasıyla çalışmak günah be!" Ama o bunlarla meşgul değildi. İşini yapıyordu. İnsan yetiştiriyordu, öğrenci yetiştiriyordu. "Bu devlet bizimdir ve bu devlete sahip çıkmalıyız" diyordu. En çok kızdığı laflardan bir tanesi "Devlet malı deniz, yemeyen keriz" lafıydı.
Hazreti Ömer'in halifeliğini, devleti idare ahlakını, yönetim anlayışını sıkça dile getirirdi. Mesela Hazreti Ömer’in özel işleriyle, devlet işleri için ayrı mumlar kullandığını, “Dicle'nin kenarında bir kurdun yiyeceği bir koyunun hesabının Ömer'den sorulacağı” mevzularını ilk defa ondan duymuştum. Hem de gözlerim yaşarmıştı. Hani eskiler “hakikatli adam” derlerdi ya işte o böyle hakikatli bir öğretmendi. Eğer onu tanımasaydım çok hoyrat, çok bağnaz, çok eksik ve nadan bir insan olarak kalacaktım. İyi ki onu tanımışım. Hazreti Ömer’in, Sokullu Mehmet Paşa'nın cevvaliyeti vardı onun şahsında. Yıllar sonra Gaziantep'te evine misafir olduğum âlim bir zata onu anlattığımda "Sen bana ikinci Abdülhamid'i anlatıyorsun" deyip gözyaşı dökmüştü. O efsane bir öğretmendi. Yıllar sonra Grıgory Petrov’un ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ni okuyunca zannettim ki orada hikâyesi anlatılanlardan biri de Kırşehirli Kel Hoca’dır.
Hiç unutmam geceleri herkesin evinde uyuduğu saatlerde o çalışırdı. İdare binası okulumuzun tam ortasında bulunurdu. Oradan her geçtiğimizde odasının ışığını yanık bulurduk. Öyle çalışırdı. Sonradan muhasebeci olan Bedri diye bir arkadaşımız bir gün kendisine: "Hocam gündüzleri anladık da bari geceleri çalışmasanız çok yorucu olmuyor mu?" demişti. Hoca’nın hafif bir tebessümden sonra şöyle cevap verdiğini hatırlıyorum: "Yavrum bizden öncekiler işleri öylesine savsaklamışlar ki değil gündüzleri çalışmak geceler bile yetmiyor!"
Türkçe dersim çok iyi idi. Hatta liseyi bitirene kadar hiçbir öğrencinin Türkçeden benden yüksek not aldığını hatırlamıyorum. Bu da hocaya karşı olan sevgimden ve onun dersini güzel işlemesinden ileri geliyordu. Kompozisyonlarım hakeza. Benim için “o ileride büyük bir yazar olur” derdi. Hatta her karşılaşmamızda “Yiğit Yazar” diye takılırdı. Bu benim için tarifsiz bir mutluluktu. Yazarlıkla ilgili ondan duyduğum ve unutamadığım en güzel cümle “Kalp ayrı kalem ayrı olmasın” idi. Hep bunu söylerdi.”İyi insan olun. İyi insan olursanız iyi yazar da olursunuz” derdi.
Yıllarca yazdım. Hem yazdım hem okudum. Ne okumaktan ne de yazmaktan usandım. Eğer okumayı ve yazmayı bırakırsam hocamı mahcup ederim diye hep korktum. Çünkü o bana “yiğit yazar” demişti ve ben onun yiğidi olarak ne kalemi ne de kitabı elimden bırakmamalıydım. Sabahlara kadar okuduğumu ve “Allahım uykum gelmesin” diye dualar ettiğim o kadar çok gecem var ki önce Allah’ın sonra da o hocamın sayesindedir. Askerdeyken okuyup tımarhanelik olurum diye komutanım kitap okumamı yasaklamıştı da gidip battaniyenin altında okuyordum. Hatta bununla da yetinmeyip bir kısım kitaplarımı kalorifer dairesinde yakmıştı. Onu ömrüm boyunca affetmeyeceğimi düşünüyordum ama teskereme yakın bir zamanda gelip benden helallik dileyince kalbim yumuşadı ve hiçbir şey olmamış gibi unuttum tüm o tatsızlıkları. Affetmeyip te ne yapacaktım? Kim bilir bizim ne kadar kusurlarımız vardır da gözlerimize inen perdelerden dolayı göremiyoruz.
Yıllar sonra kader rüzgârı beni bu şehre sürükleyince o eski günler geldi gözlerimin önüne. Bana kitap okuma alışkanlığı kazandıran öğretmenimin memleketinde kitapçı oldum. Takdiri ilahi buna derler işte. “İyilik yap denize at balık bilmese Halik bilir” derler ya aynen öyle. Kırşehir’e ilk sahaf dükkânını açmak fakire nasip oldu. Kitapların pahalılığından dem vuran Kırşehirlilerin imdadına yıllar evvel kendisine kitap okuma alışkanlığını kazandıran Kel hemşerilerinin talebesi yetişiyordu. Buradaki inceliği, ilahi ayarı görüyor musunuz? Ne demişti Hoca: “Biz elimizi sıkı tutmasak yavrularımızı terör şebekelerine kaptırırız." Elhamdülillah demekten başka bir şey gelmiyor aklıma şu anda. Rüzgârlı bir sonbahar akşamında hayatıma giren o Kırşehirli öğretmen şu anda nerdedir bilmiyorum ama iyi ki onunla tanışmışım diyorum ne mutlu bana!
İmdi sözlerime nihayet vermeden önce çok önemli bir noktanın altını çizmeden geçersem bu yazının ruhuna aykırı hareket etmiş olurum diye korkuyorum. O da şudur: Bugün doğu illerimizde uzun zamandır çözüme kavuşturulamayan bir sorunla yatıp kalkıyoruz ve habire canlarımız gidiyor, yuvalarımız dağılıyor, yüreklerimize ateşler düşüyor.
Eğer bugün o yörenin bir çocuğu olarak bazı hemşerilerim gibi o terör şebekelerinin tuzağına düşmemişsem bunu önce Allah'a, sonra da Kel Hoca'nın emeğine borçluyum. Elhamdülillah. Ve Kel Hoca örneği bize gösteriyor ki doğunun sorunu ancak ve ancak milli ve manevi değerlerle yetiştirilmiş idealist insanlarla çözülür. Onun sıkça vurguladığı Konfiçyüs'ün şu tespiti göz ardı edilmemelidir: "Eğer hedefiniz bir yıl ise tohum ekin, on yıl ise ağaç ekin, yüzyıl ise adam yetiştirin."
Buradan yetkili olan herkese seslenmek istiyorum: Doğu sorununu kökünden çözmek istiyorsanız ki şüphemiz yoktur. Kel Hoca örneği dikkate alınmalıdır. Doğuyu kurtaracak yegâne hamle, yegâne proje budur diye düşünüyorum. Para-pul derdine düşmeden vaktini, mesaisini, yüreğini, her şeyini öğrenciye ve insana hasreden gönüllü, eğitimli ve eğitici idealist öğretmenlerin bir an önce bölgeye kaydırılması gerekir. Dikkat ederseniz “diplomalı” demiyorum gönüllü, eğitimli ve eğitici öğretmenlerden söz ediyorum. Güvenlikte böyledir. Bölgeye ne kadar çok kalekol, silah ve mühimmat yığarsanız yığın eğer asker ve polisiniz eğitimsiz ise sonuç alamazsınız. Yıllarca bunun acısını çok çektik. Şu anda bölgede eğer eski yıllara nazaran daha iyi yetiştirilmiş, donanımlı asker ve polisimiz olmasaydı zayiatımız çok daha fazla olurdu. Onun için eğitime de en az güvenlik kadar hatta daha fazla önem verilmelidir.
Eğitim konusunda gerekirse Kel Hoca ve benzeri kahramanlar bulunup fikir ve görüşlerinden istifade edilmeli, memleketimizi muhasara altına almaya çalışan dâhilî ve haricî bedhâhtlara izin verilmemelidir. Bin yıllık beraberliğimizin yeniden sağlam kulplarla birbirine bağlanması ve aydınlık dolu bir geleceğin inkişafı ancak ve ancak bu ruhun yeniden tesisiyle mümkündür.
____________________________________________
¹ – Kul hakkına girmemek için bir konuyu açıklığa kavuşturmak isterim. Hocayı bilen bilir. Kendisi vebadan kaçar gibi namû nişandan kaçan bir adamdır. Yazıda ismini zikretmeme rızası olmadığından “Kel Hoca” lakabını kullandım ancak bu lakabın isim babası da yine kendisidir. Ona herkes “ … Hoca” diye hitap ederdi yoksa kimse Kel Hoca demezdi. Fakat o kendisinden söz edince sıklıkla “… Kel hocanız…” lakabını kullanırdı. Ben de öncelikle hocanın hoş görüsüne sığınarak buradan aldığım cesaretle Kel Hoca lakabını kullandım. Yoksa onu kimse Kel Hoca olarak anmazdı. Bu ayrıntının bilinmesinde fayda var. Teşekkür ederim. (A.K)