Bir Yağmur Ol Gel Toprağımı Terlet

MUSTAFA ORAL
Bir Yağmur Ol Gel Toprağımı Terlet
 
Şu güneşi tut; sabah hiç olmasın
 
Ruhum aşkın simyasıydı. Aşkım da senin simyan. Simyan beni bir koyun sürüsü gibi sana katsa da, bazen beni hiç anmayacaksın sanıp, ürperirdim. Bu esrarengiz bir ağrıya götürürdü beni. Güya uzun kış gecelerinde bana doğru yağan bir kardın. Bir yerlerime yağdığında, bir yanlarına dokunduğunda ağrılarım azardı. Gecenin ağrı dokuma işini güneşin doğumuyla son vereceğini ümit ederdim. Yine de sabahın hiç olmayacağını sanıp korkardım. Öyle anlarda uykuları bölen ve rüyalarımı bozan bir ‘aranmama’ ağrısı dal budak verirdi bende. Senin kızın olan bir ağrıydı bu. Defalarca bölünsem de, bozulsam da sabah hiç olmazdı. Üstelik hiç de olmayacaktı sanki. Şimdi durum değişti. Sanki sabah olmak üzere. Sanki kar dinmek üzere. Sanki bir kar gibi azalmaktayım. Ya yağmaya devam et ya da şu güneşi tut; sabah hiç olmasın.
 
Ya bu denize iskele ol, ya bu ruha iskelet
 
Sen denizlerime açılan bir iskeleydin. Oradan geceleri kendimin hatlarını ve katlarını seyrederdim. Bakışların içime uzanıp giden bir ada vapuru olurdu. Bir kez şöyle denizler kadar derinden bakıvermiştin de bana, ne çok varmıştım kendime. Şimdi içimde öyle bir fırtına var ki… İskele yıkılmak üzere. İskeletim çıkmak üzere. Ya bu denize iskele ol, ya da bu ruha iskelet.
 
Gözlerin denizlerime kapı, sözlerin pencere olurdu bir zamanlar. Ben gidip gelirdim kendimden sana, senden kendime. Biz birbirimizden kaynağını ve debisini alan ve birbirine dökülen iki deniz olurduk güya. Ne kadar akardık, o kadar karışmazdık birbirimize, kaybetmezdik kendimizi. ‘Ben sana senin bana verdiğinden daha çok verdim. Ben deniz gönlümü akıttım sana; sen gözyaşını esirgedin benden’ derdim. Ama bu karşımdaki denizi kabartmaktan başka bir niyet taşımazdı. Bu bir sitem değil, seni yüceltecek ve coşturacak bir tuzaktı. Tuzaklara ben yakalandım.
 
Gözlerin geçmişten bir iz taşırdı bağrında. Döndüğümde kendimden, kelimelerin bana çıkan dergâh misali bir menzil olurdu. Rastladıkça bir sözüne, biraz daha döndüğümü düşünürdüm özüne. Bu denizlere gözlerin bir iskele, bir kapı, bir dergâh olsun artık.
 
Bir yağmur ol gel toprağımı terlet
 
Şimdi ben kurumuş bir gölüm çölde. Sudan iz yok göğsümde. Kayalar, topraklar, bin bir cenaze saklıyorum. Bir yağmur ol, gel; toprağımı terlet. Terlet ki, terk etsin ateş yüreğimi. Yağ ki cesetler çöksün dibe. Gömülüp kalsın oldukları yerde. Sen de, ben de çıkalım su yüzüne. Sen bende çık su yüzüne. Ben de sende…
 
Belki ben gölün ve karanfilin büyüttüğü bir ağaçtım. Senin gölgen dalından düşmüş karanfil yaprağı gibi kaplamıştı sularımı. Nereye baksam yapraklarını görürdüm. ‘Nerede benim derinliğim?’ desem, seninle karşılaşırdım. Ben çölde dalgın bir hurma. Artık bu kadar bana vurma.
 
Rüyaların yakama takılan karanfil
 
Görüyorsun ya sana daha sık yazıyorum ama daha kısa tutuyorum artık. Ben mi tükendim, seni mi tükettim, bilmiyorum. Bir rüya gibi geçiyor zaman. Bir tren gibi uzuyor günler. Bir şeyh gibi hissedip kendimi, rüyalarını yakama senden bir karanfil gibi takıp, trenlere binip gitmek isterdim.
 
Seninle bir rüya treni ile bir aşk yolculuğu yapmak isterdim. O trenle yollara düşüp, bir evliya türbesini vuslat yeri kılıp, buluşmak isterdim.
 
Aynı rüyanın iki kahramanı, aynı karanfilin iki yaprağı, aynı cümlenin iki öznesi, aynı şiirin birbirine bakan iki mısraı, aynı türbenin iki türbedarı, aynı türbede iki mezar komşusu olmak isterdim seninle…
 
Müridin olan aşkının şeyhi, şeyhinin şeyhi olmak isterdim. Şeyhin olan aşkının da müridi. Kendimin müridi, senin şeyhin olmak isterdim. Seni bana götüren bir mavi tren, Haydar Paşa Garı, Rumeli Hisarında Mustafa Paşa Yalısı olmak isterdim.
 
Değil mi ki herkes kendi cennetini kendisi yapar ve yaşar
 
Dalında bir karanfildim. Kendimi ‘hediye’ olarak sunardım da, yine de kabul etmezdin bunu, beni. Bu hediye senin benden almak istediklerini azaltmak veya bunlardan caydırmak için sunulmuş olmak gibi bir anlam taşımıyordu. Ayrıca senin başka şeylerden veya kimselerden elde edebileceğin şeyleri unutturmak için de değildi. Dahası bu hediyeyi almakla bir şeye ihanet etmiş olmayacaktın.
 
Bu hediye ve bu hediye ile ima etmeye çalıştığım şeyler, senin iç imparatorluğundaki saltanatını sarsacak veya tartacak bir yanı yoktu. Değil mi ki herkes kendi cennetini kendisi yapar ve yaşar.
 
Günlerin hesabını güneşle, yılların hesabını erguvanların açtığı zamanlar ile yapan ben, kitaplıktaki her biri bir yılı imleyen karanfilleri sayarken, senden ayrılalı ne kadar zaman geçtiğini anlıyorum. Bu yedi yıl içinde, yedi veren karanfil misali bende sana karşı sadakat gelişti. Hiçbir şey vaat etmemene rağmen, bu bugüne kadar sürdü. Gölgeni güneş gibi tutarak, denizini su niyetine içerek yaşadım. Hediyeler verdim. Bana dönmeni bekledim. Dön artık. Çok özlüyorum.
 
Aşkın kırkı çıktı
 
Kırk gün oldu. Hala senden mektup gelmedi. Sende gönül çok, ama bana ayrılmış hiç yok. Sende söz çok, ama bana mektup hiç yok. Bunları anladım. Mektubumun sonuna geldim. Seninle yolculuğumun sonuna gelip gelmediğini bilmiyorum. Ama bil ki bu mektup senden bir mektup gelene kadar son mektup olacak.
 
Yine de unutma. Belki gelirsin, diye senin için ağlayan ve dua eden biri var bu şehirde.
 
Hoşça kal…
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir