İSMAİL OKUTAN
Hem Veda Hem Vuslat Vaktiydi |ÖYKÜ|
Zaman, dakikaları, saatleri ve günleri yitirmenin ıstırabını çekiyordu. Gün, karanlığa gömülmenin, canlılar güneşi kaybetmenin ıstırabını çekiyordu, gece ise aceleci Temmuz dolunayına kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Hayat buydu işte doğumu ve ölümü, sevinci ve hüznü, tatlıyı ve acıyı tüm tezatları bir arada barındırıyordu. Tezat olarak bilinen şeyler birbirini tamamlayan, birbirine muhtaç olan şeylerdi aslında.
Bir yaz günü daha akşama ererken pencereden baykuşların ku ku sesleri içeriye doluyordu. Bütün çocukları ve torunları etrafında toplanmıştı, odada kuran sesleri ve dualar yükseliyordu, açık pencereden rüzgârın salladığı perdeyi geçip odasına giren ezan sesini duydu, uzandığı yatağında iki yana bıraktığı kırışmış ve kanı iyice çekilmiş mor ellerini kaldırıp önünde bağladı. Etrafında toplanmış meraklı, hüzünlü ve yaşlı gözlerle ona bakan çocuklarından ve torunlarından adeta "baba, dede gitme" diyen bakışlar gözlerine doluyor, içine oturuyordu fakat hem veda vakti hem vuslat vakti gelmişti artık. Bunu herkes anlamıştı ve herkesin içinde bir yangın tutuşmuştu. Gözyaşlarının alevlendirdiği bir yangındı bu yangın. Su, ateşi söndürürdü ama gözyaşı yürek yangının yakıtı oluyordu işte.
‘‘Baba’’ diye seslendi yarı hıçkırıklı hüzünlü ve ağlamaklı bir ses. ‘‘Baba, bir yerin ağrıyor mu? Bir ağrın varsa gözlerinle işaret et.’’
Gözleriyle etrafı kolaçan etmesinden belliydi, yaşadığı koca bir ömrü, sayılı günleri artık bitirmek istediği. Hayata dair bütün umutlar artık son bulacaktı.
‘‘Keşke derdine derman olabilseydim” dedi hıçkırarak konuşan yanık bir ses, ses tonunda derin bir acı vardı. Gece gündüz çalışarak hayata sımsıkı bağlandığı o tutkuyu yitirmiş, tüm arzusunu unutmuştu. Kendini unutmuştu, belki de sadece kendisiyle uğraşıyordu artık. Kendi canının artık kendine bir yük haline geldiğini anlamıştı. Canını bırakıp gitmek, dünyanın tüm uğraş ve telaşından kaçmak, uzaklara gitmek, unutmak istediği belliydi. Baba bir çınar gibidir meyvesi olmasa da gölgesi yeterdi ancak şimdi sevgilinin sevgiliye kavuşma anıydı.
Gözlerini hayır anlamında kaldırdı. Sağına ve soluna baktı. Bir şeyi arıyor veya bir kimseyi bekliyor gibiydi. ‘‘Ölüm döşeğinde yatan kimseler tüm yakınları gelmeden ruhlarını teslim etmezler,’’ demişti teyzem, yine bir vefat anında. Şimdi torunlarının tonton dedesi de öyle bir durum yaşıyordu galiba. Kimlerin gelip kimlerin gelmediğini gözleriyle kontrol ediyor olmalıydı. ‘‘Herkesi gördükten sonra hayata veda edecek,’’ dedim içimden.
Can vermek, candan vazgeçmek miydi, yoksa canana ulaşmak mıydı? Öleceğini hisseden bir insan için ölüm bir uyku halidir aslında. Mümin öleceğini hissettiği anda Allah'a kavuşmayı her şeyden daha değerli, her şeyden daha öncelikli olarak görür. O da şimdi bir uykuya dalmıştı ve muhakkak ki öteki âlemde gözlerini açacaktı. Dünyaya gelmenin amacı ölmek değil yaşamak olsa da insan sonunda güzel bir ölümle, uykuya dalar gibi ölmeliydi.
Bir uçak yolculuğuna benziyordu hayat ve son durağa gelinmişti artık. Bavulları önceden tastamam olarak gönderilmiş bir yolculuktu hayat.
Sahibi onu yanına çağırırken o nasıl kalabilirdi ki burada. Zaman hızla geçip giderken Pencereden kuvvetli bir ezan sesi daha girdi içeriye. Uzaklardan gelecek kimsesi kalmamıştı, artık veda edebilirdi. Artık hayata şüphe ile bakıyordu. Mütemadiyen duyduğu hıçkırıkların arasında ellerini kaldırıp sallar gibi yaptı sonra göğsüne koydu. Çınar gibi bir adam hüzünlü ve sarı bir yaz gecesinin estirdiği ayrılık ayazı içinde ellerini kaldırıp güle güle dercesine gülümseyerek yaşamanın en zor olduğu bir anda ölüme doğru yürüdü, güneşin sahibine doğru yürüdü, ölümün ve hayatın, güçsüzlerin ve zayıfların, yerlerin ve göklerin, ikisi arasındaki her şeyin sahibine doğru yürüdü. Yetimlerin ve öksüzlerin sahibine, bilinen ve bilinmeyen şeylerin sahibine doğru yürüdü, ardında gür ağlayışlar bırakarak. Ölümün soğuk yüzünü gösterdiği bir anda geride torunlarından yükselen çığlıklar bırakarak yanından geçen beyaz meleklerin kanatlarında metanet içinde yükseldi. ‘‘Ben ölürsem böyle beyaz bir ölümle ölürüm,’’ diyordu sanki.
Zaman ilerlemiyordu artık, her şey donup kalmıştı sanki. Kimseden esirgemediği ve yanaklarında hiç eksik olmayan o gülümseyişler öylece asılı kaldı sanki yüzünde. Hala gülümseyerek bakıyordu. Son nefesini yeni gülümseyişler içinde alıp vermişti.
Bakan gözlere perde mi çekilmişti? Neden kimse göremiyordu kanatlanarak uçup giden ruhu. Neden kimse duyamıyordu kulaklara dolan uğultuları, beynim patlıyordu olan biteni anlamak için. Sıcak yatağı ve bedeni buz esilmişti bir anda, kaskatı bir beden vardı şimdi uzandığı yerde. Şimdi üşüyor muydu acaba? Yer çekilmekte, toprak kaymaktaydı. Ayakta kalabilmek için tutunacak bir tutanak aradım kendime. Ayaklarımın bağı çözülmekteydi. Dağlardan kopan bir fırtına arifesindeydi herkes. Herkes yıkılmış ve bitmişti bir anda. Bir yanardağ gibi patladı yürekler ve lavlar akmaya başladı gözlerden. Islak kirpiklere vurmuştu sel gibi yaşlar. Çekiliyorum kendi içime yavaş yavaş. Kimseden çıt çıkmıyordu ama bir sel biriktiriyordu içinde herkes. Fırtına öncesi bir sessizlik hâkim olmuştu etrafa. Emaneti sahibine teslim etmek ne kadar zormuş meğer.
En uzak yerdeki torunu dedesinin son anlarını yaşadığından habersiz olarak çıkmıştı Konya yoluna. Şimdi ise dedesiz biri olarak dönüyor olmanın üzüntüsüyle içinde bir yerler yanıyordu.
Torunlar çoğaldıkça onun sevgisi de çoğalmıştı. Sevgi dolu yüreği bedenine sığmıyordu. Şimdi ise ruhunu teslim ettiğinde bedeni incecik kalmıştı. Daha önce de görmüştü bu hâlini ama insanoğlu işte ancak zihni gerçekten görmek istediğinde fark ediyor değişimleri, hem bedeni hem de ruhu fani dünyanın fazlalıklarından kurtulmuştu. Rabbine kavuşmanın hazırlığıydı bu, artık belli olmuştu.
Ölüm çok acıydı ama her acı gibi bu da geçecekti. Torunlarını ve torunlarının çocuklarını görmüş, seksen iki yıllık bir hayatın, ibadetsiz geçmeyen bir hayatın bitişine duyulan üzüntü de geçecekti ama torunların ve çocukların nasibine düşen üzüntü kaç gün, kaç saat sürecekti acaba? Ne kadar zaman sürerse sürsün bu ayrılık acısı insan yüreğinde hep bir yara, hep derin bir iz olarak kalacaktı. Kavuşma anına kadar sürecekti bu acı.
Herkesin emin olduğu bir şey vardı: Onun için de olsa, kendileri için de olsa, ölümle birlikte gelen acı, hüzün ve gözyaşı, o kocaman çukurun içine gömülen bedenin üstüne atılan topraktan daha fazlaydı. O ölmeden önce zayıflayarak adeta dünyalık her şeyden arınmış, temizlenmiş ve öylece çıkmıştı sahibinin karşısına.
Gece yarısı gelen beyaz bir ölümün estirdiği ayrılık ayazı ile odanın içi donmuştu sanki. Dört gözle ve rikkatle yaşanan bu durgunluk anı çok sürmedi. Ölüm soğuk yüzünü gösterip ruhunu alıp odadan çekildiğinde yerinde çığlıklar koptu.
“O'ndan başka ilah yoktur, o hayat verir ve öldürür. O sizin rabbinizdir, o önceden gelip geçmiş ecdadınızın da rabbidir.” diyen sesin sahibine kavuşmak üzere ebedi yolculuk başlıyordu artık.
Her fani gibi o da ebedi mutluluğa ulaşmak üzere serapları dünyada bırakarak terk-i hayat eyliyordu. Akşamları serinlemek için çıktığı balkonda hep oturduğu koltuk şimdi boş kalmıştı, kimse duymasa da sessizce inlemekteydi ancak acımasız dünya, hayatta hiç bir boşluk kabul etmiyordu, devranını tüm hızıyla döndürmeye devam ediyordu.
‘‘Mal sahibi’’ diye Yunus'ça başlayan o saf ve billur sözler beynimde canlanmıştı:
‘‘Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan,
Gel biraz da sen oyalan.’’