İSMAİL OKUTAN
Soyguncu ve Yoksulluk |ÖYKÜ|
Dışarı çıkıp caddenin en mümtaz ağaçlarının arasında yürüyordu. Güneş ağaçların dallarına vurup bulduğu boşluktan sızarak kaldırım taşlarını ısıtıyordu. Ağacın dallarına konan çok sayıda kuş ötüyordu. Suzinak makamında bir şarkı terennüm ediyorlardı sanki.
Kuşlar ah kuşlar!
Kuşları deli gibi seviyordu, en çok da ötelere öterken gülen kuşları. Bir de günün her vaktinde neşeyle sevinç gönderip sevgi ülkesinden o kara kasveti kovan kuşları ama bu gün bu kuşları dinlerken suzinak bir şarkı dinliyordu sanki.
Kuşlar, sesleri içinde çınlaya çınlaya, yüreğine hüzünler damla damla dökülünceye, sonra da içinde sessiz bir pınar gibi ince bir sızı akıncaya dek öttüler. Kuş sesleri içinde yankılandıkça o yedi kat üst üste giyiyordu yeni hüzünleri ve kuşlara yakınlaşıyordu o vakit.
“Güneş doğunca hasretle öterler, dedi, hasretle öterler,” neye hasret olduğunu bilmeseler de mahalle sakinleri bu kuşların ötüşü için böyle diyordu, “Güneş doğunca hasretle öterler.”
Bu kuşları dinlerken gök kadar uzak şahdamarı kadar yakın bir hüzün giriyordu içine.
Eski zamanlardan kalan dürüst ve deli adamlar gibi çağırıyor kuşlar iyiliği.
Kuşlar gidince, dünyayı terk ediyor tüm iyi şeyler.
Eski zamanlardan kalan dürüst ve deli adamlar gibi çağırıyor kuşlar iyiliği.
Kuşlar gidince, dünyayı terk ediyor tüm iyi şeyler.
Sık ve kalın gövdeli yaşlı ağaçların başı kalabalıktı, dalları kuş sesleriyle dalgalanıp çalkalanıyordu. Ağacın gövdesinden ayrılmaya yüz tutmuş kabukları eliyle koparmaya başladı. Başını kaldırıp olağan üstü bir şekilde cıvıldaşıp duran kuşlara baktı.
“Bu kuşlar neden bu kadar çok çarpınıyorlar, neden böyle cıvıldaşıyorlardı? Her şey yolunda olsa böyle olmazdı. Yaklaşan bir tehlikenin ayak seslerini mi duymuşlardı acaba?” diye düşünerek beklemeye devam etti. Geriden gelen iki genç dikkatlice ona bakıyorlardı. Bakışları hiç iyi bakış değildi. İçine bir korku, bir şüphe düştü. Tam oradan kaçıp uzaklaşmaya karar vermişti ki adımlarını atmadan o iki gencin sesiyle irkildi. Tetikte bekliyormuş gibi bir halleri vardı.
“Nereye gidiyorsun, gel buraya, cebindeki bütün paraları çıkar bakalım, haydi, haydi, ne duruyorsun” dedi, içlerinden biri.
Cevap verecek oldu, korkudan nutku tutuldu, dili birbirine dolandı, elleri ayakları titredi, konuşuyor muydu yoksa susuyor muydu, belli değildi?
Kısa boylu kara, kuru, cılız, çelimsiz ve güçsüz bir çocuk olan Mulla’nın ne karşı koyacak gücü vardı ne de cesareti. Onu duvara dayayıp ceplerini boşaltmaya başladılar.
“Haydi, çabuk ol, polis gelmeden kaçalım buradan?” dedi, otuz yaşlarında, uzun boylu, esmer, saçları dökülmüş, çıplak kafalı, sert ve cesur bakışlı, temiz ve güzel yüzlü olan genç. Yanında ise aynı yaşlarda biraz daha kısa ve sıska, pırtlak gözlü, gür saçlı arkadaşı duruyordu. Şekilleri, fiziki görünümleri birbirine benzeyen iki arkadaşın ruhları ve karakterleri de birbirini okşuyordu, belki de sırf bu yüzden birlikte aynı yola baş koymuşlardı.
Yüzleri güzeldi ama kaderleri ve karakterleri çirkindi. Keşke yüzleri güzel olduğu kadar bahtları da güzel olsaydı. Bu çocukların bahtının, kaderinin güzel olması demek bu mahalleden çıkmak demekti. Mahalle baskısı, akran zorbalığı ve akraba zehirlenmesi değil miydi yüzü bu kadar güzel olan bu çocukların bahtını simsiyah yapan, onları eşkıya yapan. Yürekleri de yüzleri gibi temiz, gelecekleri de yüzleri gibi parlak değilse bundan kim sorumluydu? Yoksulluk bu işte, çoğu zaman yolsuzluğa bulaştırır insanı. Yoksulluk bu işte ne yaparsan yap eğer özü, mayası sağlam değilse bir gün bir yerde bir yolsuzluk, bir soygun yaptırıyor işte insana. Dört duvarın arasına tıkasan da kurşun gibi delip geçer. Nem gibi duvarı yıkar bir gün. Yoksulluk vicdan ve merhamet yoksunu yapıyor çoğu kez insanı.
Soydukları zavallı çocuk ne düşünüyordu ne hissediyordu, dahası kimdi ve nereye gidiyordu, hiç umurlarında bile değildi onların,
Aynı caddenin karşı tarafında kaldırımda yürüyen bir genç olan biteni fark etti, bu işlek cadde üzerinde tenha bir zaman bulup cılız, zavallı bu çocuğu gözlerine kestirmişler, ceplerini boşaltmışlardı. Çocuğun ise korkudan beti benzi atmış, tüyleri diken diken olmuş, korkudan sesi titriyordu, bu yüzden konuşamamış, hiç direnç göstermemişti.
Uzaktan tanımadığı bu çocuğa yardım etmek için koşarak caddeden bu tarafa geçti. Çocuğa yakından bakınca: ‘‘Aaa bu bizim Mulla değil mi?’’ dedi hayretle. Bunun kızgınlığı ve hıncıyla soyguncu gençlere doğru yolunu çevirdi.
Soyguncu iki genç ise koşarak gelen bu genç adamı görünce kaçmak istediler ama kaçamadan yakalandılar. Soygunculardan birinin beline bir tekmeyle vurdu, yere yığıldı, arkadaşının yere yığıldığını gören diğeri kavgayı bırakıp kaçtı.
Yardıma gelen genç adam öfkeli ve asabiydi. Hınçla ve acımasızca diğerine de hücum etti fakat o tabanları yağlayıp kaçıyordu. Peşinden gitmekten vazgeçip yerde yatan soyguncunun yanına geri döndü. Az önce vurup yere devirdiği soyguncu genç hareketsiz yatıyordu. Acaba numara mı yapıyordu yoksa gerçekten bayılmış mıydı?
Eliyle yoklamak için bileğine dokundu. Tam bu sıradan gökten dolu boşalması gibi şap, şap, şap ayak sesleri geldi, arkasına dönüp baktı, karşısında on kişiye yakın genç ve çocuk duruyordu, hepsinin ellerinde değnek ve taş vardı, yerinde donup kaldı, neye uğradığını şaşırdı, ne yapacağına karar veremedi. Kaçmak istese kaçamazdı, çaresizce dövüşecekti bunlarla ama tek başına ne yapabilirdi ki? Bu sırada yerde baygınlık numarası yapan genç de kalktı, onlara katıldı.
İlk hamleyi kendisi yapmak istiyordu, kaç kişiye vurabilirse vuracak, gücü yettiği kadar dövüşecekti. Bir taraftan da imdat istercesine gözleriyle sağa sola bakıyordu, acaba çevreden gelip araya girecek, kendisini bu gözü dönmüş canavarların elinden kurtaracak birileri çıkar mı diye düşündü. Oyalayıp zaman kazanmak için onlarla konuşmaya karar verdi:
‘‘Sakin olun arkadaşlar, ben bir şey yapmadım, sizin çocuklar bu küçücük, zavallı çocuğu soydular,’’ dedi cesur ve cesametli bir ses tonuyla.
Bu on tane gözü dönmüş adamın üzerine çullanıp onu pert etmeleri an mesesiydi. Tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu. İçlerinden birisi:
‘‘Ahmet sen misin ya, desene az daha seni dövecektik. Durun arkadaşlar, bu Ahmet benim arkadaşım, aynı sınıfta okumuştuk bir sene. Ben okulu bıraktım ama onu unutmadım,’’ dedi heyecanlı ve sevinçli bir sesle.
Sözünü bitirir bitirmez de gelip Ahmet’e sarıldı.
Ahmet, duygulandı, kendini tutamadı. “iyi ki tanıdın beni Mustafa, yoksa burada haksız yere dayak yiyecektim hem de kendi arkadaşımın elinden” dedi titrek ve ağlamaklı bir sesle.
Mustafa, Ahmet’in kolundan tutup kendine doğru çekti:
“Kusura bakma kardeşim, seni biraz korkuttuk ama önemli bir şey olmadı, biraz korktun hepsi o kadar.”
O sırada diğerleri sessizce oradan ayrılıp uzaklaşmaya başladılar.
Ahmet: “Hepsi o kadar mı sence? Ya bu zavallı çocuğun cebinden çalınan paralar ne olacak, ne oldu, bu çocuğun parasını geri vermeyecek misiniz?”
Mustafa, ses çıkarmadan yürüyüp giden o iki soyguncuyu çağırtıp yanına getirtti. Paraları alıp Mulla’ya verdi. Sonra Ahmet’e dönüp: “Görüyorsun değil mi çocuğun parasını da geri verdik, şimdi oldu mu?” dedi.
Ahmet güldü. “Sen de biliyorsun ki benim haksızlığa, zulme tahammülüm olmaz, başkasının cebinden para almaya hele ben asla geçit vermem. Kızıp gürleyip devirmek isterim o anda. Hiddetimden bu sefer senin komşuların da nasibini aldı.”
Mustafa, kahkahayla güldü. “Senin yaptığın doğrusu tabii ki, aslında ben de senin gibi olduğumu söyleyebilirim ama çevremiz, şartlarımız buna izin vermiyor” dedi mahcubiyet içinde kafasını öne eğerek. Sonra Ahmet’in koluna girip, “hadi gel, senle şurada çay içelim, çoktandır görüşmedik,” dedi bu sefer neşeyle, gülüşerek yürüdüler.
Sık sık uğradıkları tarihi binanın altındaki çayevine girdiler. Mustafa, garsona bakıp, “bize iki çay” dedi. Ahmet karşısına oturdu, derin muhabbetlere daldılar, eski günleri yâd ettiler.
Mustafa, Ahmet’in yüzüne bakarak: “Çok şükür ki böyle tatsız bir şekilde de olsa seni yeniden gördüm” dedi mutluluk dolu bir ses tonuyla.
Ahmet, çok hassastı, duygulanıp ağlamaya başladı. Bunu gizlemek için kafasına önüne eğerek konuşuyordu. B u sırada çaycı çaylarını getirip masanın üstüne bıraktı.
Mustafa, Ahmet’i arkadaşı olan çaycıya tanıttı: “Ahmet benim… deyip yutkundu, boğazını temizledi, benim yarıda bıraktığım okuldan çak sevdiğim sınıf arkadaşım,” dedi
Mustafa, okulu bırakalı iki yıl olmuştu. Arkadaşına anlatmak istediği çok şeyi vardı. Konuştu, adeta nefes almadan durmadan konuştu, Ahmet hep başını sallayarak dinledi.
“Bizim mahalle kıtlık gelmiş gibidir, sen bilmezsin Ahmet, bir gün gelirsen, görüp anlarsın, belki sana garip gelecektir ama bu tür olaylar bizim orada sıradan günlük olay olarak kabul edilir. Olmayan rızkını herkes birbiriyle paylaşmaya çalışır ama elde avuçta bir şey olmayınca fırsatı bulan bu tür olaylara tevessül ediyor işte. Onların adına bir kez daha özür diliyorum senden. Çoğu zaman biz de aklımızdan geçiriyoruz ama vazgeçiyoruz, çok şükür. Ailemi zor durumda bırakmamak için ne iş olursa çalışıyorum bu yalan dünyada, okulumu da bu yüzden bıraktım. Çok çalışıyorum. Öyle çok çalışıyorum akşam eve ölü gibi geliyorum. Dünyada gün yüzü görmedim ben, ben göreceğimi gördüm şimdi düşündüğüm tek şey çocuklarımı okutmak”
Arada bir yutkunup boğazını çayla ıslatarak tekrara konuşmaya devam ediyordu.
İnsan hiç kendi kendine hasret çeker mi Ahmet? Ben garip bir şekilde tarif edemediğim bir şeye hasret duyuyorum ama neyedir, nereyedir bilmiyorum? Belki yalnızlıktan, belki zor hayatın verdiği ağır yorgunluktan, belki etrafımdaki bunca çirkinliğin, kötülüğün içinde güzele ve güzel olana duyduğum susamışlıktan, baştan aşağıya kadar yalnızlığa bulanmış olarak kendimi bu dünyaya yabancı hissediyor ve acı bir şekilde büyük bir özlem çekiyorum.
Peki, içimdeki bu hasret bilinmezse bir şeye yarar mı? Bu dünyanın debdebesine, albenili cazibesine kapılanlar, ne vakit sıyrılacaklar bu gafletten. Ve biz garibanlar ne vakit adamdan sayılacağız? Söyle ey dostum, insanın ruhunu sıkan, mutsuz eden bu gürültülü ve uğultulu daracık dünyada, yüreği gökyüzü kadar geniş olan insan nasıl sığar bu dünyaya? İçimdeki tüm hesapları, tüm serapları atıp öteye, sonsuz olana, ölümsüz olana hasret duyuyorum ben.
Konuşurken artık gözyaşları göğsüne akıyordu. Gözyaşları çektiği acılardan, omzundaki ağır yükten, özlemlerden haber veriyordu. Ne zaman bir dostu görse, içini ona döküp yüreğindeki kaya gibi ağır yükleri yuvarlayıp üzerinden atıyor ve rahatlıyordu biraz.
Ahmet, kalkıp arkadaşının boynuna sarıldı, şefkatle yüzüne baktı. “İnsan vicdanını her zaman temiz tutmalı. Kimse böyle yapsa da etrafındaki insanların vicdanları kararıp çürümüş olsa da sen bunu başarmışsın dostum, ne güzel yapmışsın” dedi.
Derin bir iç çekerek cevap verdi Mustafa: “Öyle ama bir süre sonra bu temiz vicdan acılarla doluyor, ağır yüke dönüşüyor insanın içinde” dedi
Sonra bir müddet sustular, birlerinin yüzüne bakıp bir müddet gözleriyle konuştular. Sessizliği çaycının sesi bozdu; “Çaylarınızı tazeleyelim mi?”
“Olur, birer bardak daha çay getir bize,”
Derken karanlık çökmeye başladı ama uzun zamandır görüşemeyen iki dostun birbirinden aldığı enerji onların için aydınlanmıştı, zihinleri berraklaşmıştı, dünyaları genişlemiş, umutları artmıştı. Mustafa’nın sevinçten gözleri parlıyordu.
Seni görmek, seninle konuşmak bana umut verdi, bundan sonra uzak durmayalım, görüşelim, olur mu?’’ dedi.
Sonra, yine ağır bir sessizlik çöktü ortama, ayağa kalkıp dışarı çıktılar. Bir müddet yan yana yürüdüler.
Yürürken hiç beklemedikleri bir şey oldu. Yine hırsızlık yapan o iki genç, yine iş başındalardı ama bu sefer biri karnından bıçaklanmıştı.
Mustafa eğilip baktı, eliyle nabzını kontrol etti, nefesine baktı, durumu ağırdı, bir taraftan da ağlıyordu. Telefonunu çıkarıp ambulansı aradı.
Soyguncu ve Yoksulluk Soyguncu ve Yoksulluk Soyguncu ve Yoksulluk Soyguncu ve Yoksulluk Soyguncu ve Yoksulluk Soyguncu ve Yoksulluk