Maruz Kalmanın Terki

SELAHATTİN YILDIZ
Maruz Kalmanın Terki
 
Der ki Tolstoy “Birini terketme kararı verdiğinde; o kararında yatan tek gerçek aslında senin çoktan terk edilmiş olduğundur.”
 
Bu sözü sadece bir kişiyi terk etmeyi anlamak yerine hayatın bütün yanlarına yayarak değerlendirebiliriz. Terketmek istediğin şey seni çoktan terkettiği için sen terk edersin. Yani kendini kandırır terkeden insan. Bunu bilmenin insana farkettirdiği farkında olma ise insanı hüzne boğan en büyük şeydir. Sırf kendini kandırmak için bunu yaparsın.
 
Hani Nazım diyordu ya bir şiirinde, “İnsanlar yürüyor de trende, vapurda, otobüste / Yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle.” Yalan dahi olsa duymak isteyip duymadıkların seni eritir aslında. Söyle, yalan da olsa söyle ki; karşındaki bir candır belki bir yalana tutunur da yaşatır o yalan bütün yokluğuyla var olacak neşeyi. Hava soğuk olsa bile aydınlık olduğunu, karanlık ise yıldızların parladığını, mevsim güzse baharın yakın olduğunu söylemek. Burada Nazım’ın çaresizliği öyle derindir ki, yalana tutunmaya çalışan bir yalnızlık yaşıyor sınır ötesinde. Nazım terkedildiği için terketmiştir vatanı. Ama şiirlerinde ayakları hep Anadolu’nun topraklarında gezer. Biz de öyle değil miyiz Terkettiğimiz yerlerde ya da gönlümüzün değdiği yerlerde gezer düşüncelerimiz, adımlarımız ve hikayelerimiz.
 
Bazı sözleri anlamak için bazı duyguları ya da tecrübeleri yaşamak gerek. Geçenlerde bir arkadaş ortamında otururken şöyle bir kelime çıktı ağzımdan, “İnsan aslında kendi çocuğudur” dedim. Çünkü yaşadığı sürece hep geri dönüp o çocuğa bakar ve o çocuğun yaşadıklarıyla bugün ki çocuğu büyüyor. Arkadaşlardan benden on yaş kadar küçük olanı ve aynı zamanda muhalif olanı, bırak bu saatte felsefe yapmayı abi dedi. Daha sonra da şöyle dedim, “insan bugün ölür ama yıllar sonra gömülür” Ona ise bak bu doğru dedi. Yaşı bana yakın olan diğer arkadaş da beni onayladı. Ne kadar doğru söyledin dedi. Yaşı benden birkaç yaş büyük olan arkadaş ise sustu. Susmak, kabul etmek ve itiraz etmenin arasında geçiyor aslında yaşadıklarımız. Kabul ettiklerimizi bizim öz çocuğumuz gibi, itiraz ettiklerimizi ise üzerimize yamanmaya çalışılan bir “veledi zina” olarak görüyoruz. Susmak ise derin bir farkındalık.
 
Yaşadıklarımız sonucu olaylara karşı verilen refleksler kararlar daha önce karşılaştığımız tecrübelerin bütünleyici sonucu olarak çıkıyor karşımıza. Aslında sürekli düşünce halinde olan beyin, toplam yaşamın süzgecinden geçen bilgilerin damıtıldığı kararlar bütününü oluşturuyor.
 
Ne demiştik vazgeçmekle ilgili yazının başında, aslında vazgeçildiğin için vazgeçmek zorunda kalıyorsun. Aslında bir başkasının verdiği kararı onaylıyorsun da nefsine kabul ettiremediğin için sen vazgeçmiş gibi yapıyorsun. Çünkü yapı itibarıyla insan vazgeçilmeye tahammül edemiyor. Parmakları azgın bir köpeğin dişleri arasında kalan çaresizin vazgeçmesi gibi.
 
Aslında gereksiz bir gurur örneği. Çünkü sen maruz kalmışsın. Maruz kalmanın insana verdiği o çaresizlik içinde bulunmayı ancak yaşayan bilir. Ben maruz kalmam arkadaş diyen kişi elleri ve gözleri bağlı olarak şiddete maruz kalsaydı bu kadar cüretkâr konuşamazdı. Öyleyse şöyle de diyebiliriz, insan yaşadıklarının çocuğudur.
 
Daha doğru olanı vazgeçtiğini göstermek yerine susmayı tercih etmektir. Çünkü bazen öyle zamanlarda yaşamaya maruz kalır ki insan, bütün anlamlı kelimeler demirci çekici altında ezilirken, bir su ibriğini aynı çekiç bir bıçağa dönüştürebilir. Ve sen başkasının elinde bir cinayet aleti olarak kayda geçersin. Yani senden vazgeçilmiş. Sen terketsen ne, kaçıp gitsen ne…
 
İşte hayat bu kadar esprili ve bağışlayıcıdır!
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir