Hüzün ve Tebessümle

SELAHATTİN YILDIZ
Hüzün ve Tebessümle
 
Hastane bahçesinde piknik sandalyesinde öylece oturuyorum. Çimlerin çoğu yeşil azı sararmış. Sol elimde sigara, içimde hafif bir dünya ağrısı ve önümde çimlerin üzerinde hayalen uçuşan sarı siyah kelebekler…
 
Nedense birden Edebiyat hocam geliyor aklıma. Hafızam, zihnim ve aklım beni bir yerlere çekiyor. Evet mevsim Eylül ve o bu mevsim gitmişti. Herkese nasip olmaz Eylül’de gitmek. Ama o gitmişti… Onun için son adımlarımı Hacettepe’nin duvar dibinde atmıştım. O anlar mıh gibi çakılmış aklıma. Kardeşi Uğur abiyle karşılaştık hastane bahçesinde.
-Hocam nasıl?
-Yoğun bakımda
-Durumu nasıl?
-Yutkunarak sustu
Ölüm genç yakalamıştı edebiyat hocamı. Erken kuruyan çimenler gibi…
 
Çok şey vermeye çalıştı ama ne kadarını aldık bilemiyorum. Şükrü hoca sıra ve süresiz arkadaşım Mehmet’le beni evine davet ettiğinde kütüphanesini düzenlemiştik. Kütüphanesinin adı da vardı; Bengisu kütüphanesi. Evdeki kitaplığa isim koyma fikri bana inanılmaz müthiş gelmişti. Kitapları düzenledik ve sonrasında bir demlik çay ve bardaklarla odaya girdi. Şimdi çay zamanı arkadaşlar dedi. Arkadaş dedi. Biz onu hem öğretmen hem de abi olarak görürken bir de arkadaş oluvermiştik. Şimdi o hatıralar bana cennetten kırpılmış bir an gibi geliyor…
 
Ne güzel gülerdin sen Şükrü hocam. Ve ne de sert kızardın. “Kahrolsun Amerika yaşasın Amerikan traşı” diyerek o günlerde moda olan traş ve giyim tarzına farklı bir karşı koyuşu vardı. Herkes görsün hatamızı ama Şükrü hoca görmesin isterdik. Korkudan mı? Hayır bir daha yüzüne bakamamaktan. Bir daha o samimi gülüşünü bizden alır da geri vermez endişesinden.
 
Ne şucu ne bucuydu. Öyle kimsenin yanında olmadan güçlü kimliği ile nev-i şahsına münhasır güzel bir insandı. İnce uzun boylu biraz da zayıftı. Bütün ağırlığını karakterine yansıtmıştı. Biz ondan razı olduk Allah’ta ondan…
 
O tam meslek aşığı bir insandı. Hatta o tam sağlamlık ve dürüstlük heykeliydi. Üç kitabı çıktı üçü de mesleği üzerine. “Dil ve Kültür” “Sözlü Anlatım” ve “Türkçe Öğretimi” kitaplarıyla iz bıraktı. Üniversite de kitaplarından biri ders kitabı olarak okutuldu. Ne güzel ne özel insanlarla tanışmışız da fark edememişiz. Bu hayattan çok insan gelip geçiyor ama bazıları gittiğinde geride kalan sevdiklerinin gönlüne bir ısırgan otu acısı gibi sızı bırakıyor. Merak etme hocam biz o sızıyı da çok sevdik.
 
Güzel insanlar güzel atlara binip gidiyor. Güzel insanlar tahta atlara sinip gidiyor. Neden güzel insanlar hep erken gidiyor. Belki de kalpleri taşıyamıyor modern dünyanın sivri dişlerini. Güçsüzlüklerinden değil, güçlerine gittiğinden. Bilmiyorum ki, belki de inanacağım bir bahane arıyorum bu gidişlere. Bazen iyi ki gitmişsin hocam diyorum. Çünkü senden sonra buz dağları eridi ve her taraf çamura bulandı. İnsanlarda ne ideal ne de bir ufuk kaldı.
 
Onu tanıdığımda yirmili yaşların başlarındaydım. Bir insan o yaşta nasıl olur da bu kadar olgun olabilirdi. Kırk yaşında, yani şimdiki benden dört yaş küçük gidiyor ebediyete. Gök ekini biçer gibi gidiyor. Yüzünde o hiç eksik olmayan hüzün ve tebessümle…
 
Hastane bahçesindeyim. Piknik sandalyesinde oturuyorum. Sol elimde sigara, içimde hafif bir dünya ağrısı. Önümde sarı yeşil çimlerin üzerinde hayalen uçuşan sarı siyah kelebekler. Yarın gidecekmiş gibi aceleci. Şükrü hoca gibi…
 
Şükrü Ünalan hocamın kıymetli hatırasına minnetle…
 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir