Sağırlaştık Allah’ım, Aç Kulaklarımızı!

MUSTAFA ORAL
Sağırlaştık Allah’ım, Aç Kulaklarımızı!
 
Kediler ve köpekler insanı en güzel tanımlayan varlıklardır. Kedi kalbi, köpek nefsi anlatır. Bozulan bozuyor. Kendini bozan insan varlığı da bozuyor. Kedilerin, köpeklerin genleriyle oynuyor.
 
Renkli kediler doğaldır, sağırlık olmaz. Genleriyle oynanarak aklaştırılanlarda sağırlık had safhadadır. Türkiye kedi geniyle oynanan nadir ülkelerden. Sağır kedi cenneti(!) Derdimiz kedi, köpek değil, insan. Kedimizi bırakalım, kendimize bakalım.
 
Son yıllarda dünyada beyazlar, Türkiye’de sonradan görme Beyaz Türkler ve Beyaz Müslümanlar arttı. Kimse kendini siyahın yerine koymuyor. Herkes kendini sütten çıkmış ak kaşık sanıyor. Müslümanların genleriyle oynandı. Genleriyle oynanan kediler gibi Beyaz Müslümanlarda da sağırlık arttı. Değil mi ki en çok ve çabuk kirlenen beyazdır.
 
Sağırlık bulaşıcıdır, bize de bulaştı. Başkalarının dertlerine sağırlaştık, körleştik, dilsizleştik.  Ebu Hüreyre ve Zamanın Bediisi kedi dilinden anlardı. Zamanın Bediisinin dört kedisi vardı. Ya Rahim, seslerini duyardı. Talebesi “Kedim ‘ya Rahim’ demiyor.” deyince “Haram yiyordur.” demişti. Kedi değil biz haram yiyoruz, ondan işitmiyoruz. Kulaklarımız harama bulaştı. Sesimiz harama alıştı. Biz ne kadar da sağırlaştık. Kedilerin dilini kestik,  Zamanın Bediilerinin sözlerini kulak ardı ettik. 
 
Genlerimizle oynanınca engelli olduk. Kimimizin dili kesildi, kimimizin kulağı. Lâl olduk, sağır olduk. Ortalık Sağır Sultan kaynıyor. Kimimiz duymaz, kimimiz görmez olduk, Zamanın Bediisi 1925 yılında Şeyh Said Hadisesin olduğu günlerde devlete karşı ayaklanmak isteyen Kör Hüseyin Paşa’ya kulak vermiş, yanlışını anlatıp gözünü açmıştı. Şimdi bizi kim duyacak! Gözümüzü kim açacak!
 
Söz bir kulaktan girip ötekinden çıkıyor
 
Peygamberimizin (sav) okuma-yazması yoktu ama kalbleri okuyordu. Zamanın Bediisi kalemsizdi ama kalpsiz değildi, kalbleri yazıyordu. Mevlana belki kalp hastasıydı ama sevmesini biliyordu. Beethoven sağırdı ama kâinattaki müziği işitiyordu. Cemil Meriç kördü ama hakikati görüyordu.
 
İnsan o günlerden bugüne çok değişti. Ayarlarını kaybetti. İnsanlığını yitirdi. Göz ve gönül kirliliğine kulak kirliliği de eklendi. Süleyman kalp cerrahı ama aşktan anlamıyor. Abdullah imam ama sesini bile duymuyor. Ahmet müezzin oğlu ama babasını bile dinlemiyor. İnsan Allah’ın kulu, kâinatın oğlu, zamanın çocuğu ama Rabbini de, kâinatın sesini de duymuyor. İşitme kaybına, iman ayıbına tutuluyor.
 
Sağır kendinden başkasını duymaz. İşine geldiği gibi yakıştırır. Mevlana’nın sağır ihtiyarı, hanımı ve hasta komşusu çağımızı özetliyor. Hanım ne söylerse söylesin ihtiyar anlamadığı gibi bir de yanlış yakıştırıyor. Kadın dayanamıyor; bari yazarak anlatayım, diyor.
 
Allah’ım hakikati duymayanları sağır, görmeyenleri kör, söylemeyenleri dilsiz, sevmeyenleri kalpsiz diriltecekmişsin.
 
Şimdilerde tuzu kuru, bir eli yağda bir eli balda olanlar açların halinden anlamıyor.
Yatlarda yatıp katlarda kalkanlar sokakta yatanları görmüyor.
 
Seni anlamamakta ısrar ediyoruz Allah’ım.
Yine eski dile ve günlere dönsek.
Yine bizim anlayacağımız şekilde yazarak anlatsan gerçeği.
Sağır sultanların, kör kralların, söz tüccarlarının, hacıların, hocaların, hahamların, papazların rüyalarına girsen; bir de böyle anlatsan…
 
Ne günlere kaldık Allah’ım!
 
Helâketlerin, felaketlerin, açlığın, yoksulluğun, yolsuzluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun kol gezdiği, ihtiyarların hapsedildiği, kadınların ezildiği, çocukların milyonların önünde katledildiği, insanlıktan tek celsede boşanıldığı, silahların bardaktan boşanırcasına kurşun yağdırdığı, kedi izinin köpek izine karıştığı, mazlumun ağlamaktan gözpınarlarının kuruduğu, annelerin sütten kesildiği, çocukların seslerinin kısıldığı, ihtiyarların dua etmekten mecallerinin kesildiği, kutsalların kirletildiği, kutsal toprakların kan gölüne çevirldiği, dünyanın birçok şehrinde kadınların, çocukların, ihtiyarların hapsedildiği günlere geldik.
 
Silah satıcılarının, darbecilerin, katillerin, mafyaların, tecavüzcülerin, hırsızların, kalpazanların, yolsuzların, şeref yoksunlarının sokaklarda fink attığı, katraja girmek için bin bir takla attığı, ekran ekran dolaştığı, villalarda yattığı plajlarda kalktığı günlere geldik.
 
Herkesin başımıza sultan kesildiği, evsizler sokaklarda ölürken birilerinin evini saray yavrusuna çevirdiği, komşusu açken lüks otellerde kırk çeşit menüyle iftar edildiği ve bununla da iftihar edildiği, herkesin kendi acılarını eş seçtiği, başkalarınınkini es geçtiği, büyüklerin, zenginlerin kendi dünyalarına çekildiği, kendinden başkasını görmediği, duymadığı günlere geldik.
 
Otel için zikreden ağaçların yakıldığı, ‘ya Cemal’ diyen denizlerin kurutulduğu, ‘ya Rahim’ diyen kedilerin katledildiği, ‘ya Celal’ diyen köpeklerin kısırlaştırıldığı, ölümün hiçe sayıldığı, benden değilse üstü kalsın denildiği, yalancı cennet ve cehennemlerin yaşandığı günlere geldik.
 
Dünyanın dört bir yanında Sezai Karakoç ruhlu insanların köşesine çekilmek zorunda kaldığı, Zamanın Bediisi ve Akif ruhluların sesinin kesildiği, masumların seslerinin içlerine hapsedildiği, “Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” diyenlerin sözde millet menfaatine feda edildiği, hakkı söylemek isteyenlerin kalemlerinin kırıldığı, sözlerinin kesildiği, bir yudum suya, bir lokma ekmeğe, bir damla güneşe muhtaç edildiği günlere geldik.
 
Hakikati seslendirenlerin sesleri kesilince, “Benden günah gitti; bunu sen istedin insanoğlu. Nasihat ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”  dercesine belaların üzerimize yağmur gibi yağdığı günlere geldik.
 
Bu dünyadan Ömer adında yoksul ama adil bir Sultan geçti. Dünya sevgisiyle kendinden geçmekten korkunca her gün ölümü hatırlatacak bir arkadaş seçti. Saçlarındaki akları görünce arkadaşına “Ölümün eli kulağında, artık hatırlatmana gerek yok.” dedi. 
 
Dünya son yıllarda öyle acılara sahne oluyor ki. Depremler, seller, yangınlar, aşırı sıcak ve soğuklar, hastalıklar, yıkılan köprüler, kardan kapanan yollar kandan kapanan kalplerdeki şiddeti boşaltmıyor; sevgisizlikten kuruyan gönüllerin aklını başına getirmiyor.
 
Hz. Ömer’in aklını başına getiren şakağındaki bir ak kıl kadar felaketler aklımızı başımıza getirmiyor. “Beyazlaşalım, dünyaya ayak uyduralım.” derken rengimiz kayboluyor, biraz daha kararıyoruz. İçimizdeki kediler, Ebu Hureyreler, Zamanın Bediileri ölüyor. Buna karşın köpekler, ruhları Yezidleşmişler, kalpleri Nemrutlaşmışlar, nefisleri Firavunlaşmışlar kol geziyor.
 
Va esafa, va hasreta…
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir