Naftalinli Anılar

FİLİZ SOYDAŞ
Naftalinli Anılar |ÖYKÜ|
 
Hayatta en büyük keyfi, akşam olduğunda, okkalı bir kahve yapıp balkona kurulmaktı. O bir fincan kahve bitene kadar hayallerinde, nereleri gezer dolaşırdı. Balkonu, semti yukarıdan gören bir binanın yüksek katında olduğu için sık sık şükrediyordu. Evet, yaşadığı şehirde deniz yoktu ama zaten ne gerek vardı ki karanlıkta bu semtin ışıklarını, deniz manzarasından daha güzel buluyordu.
 
Gündüzün stresini, bir fincan kahvede özeyip eriten Saime, son yudumu alıp fincanı tabağına bırakırken, her gün aynı huzuru buluyordu. Bugün de aynısı oldu; huzurla aldı son yudumu.
 
Ayağa kalktı. Ayakları, onu yine aynalı sandığın başına getirdi. Tüm geçmişini sakladığı sandık… Kaç anıya kabir, kaç kurumuş çiçeğe kitap, kaç mektuba zarf olan sandık… Ve en önemlisi, hayatında en sevdiği insanlara, ailesine ait yadigarlar saklıydı bu sandıkta.
 
Sandığın kapağını açmadan önce, dirseğini sandığa dayayıp öylece kaldı. Daha bir saat kadar önce açıp içindekileri uzun uzun izlemişti. Hatta işten geldikten sonra üçüncü açışıydı o. Yine eskiye gitti düşünceleri. Anne ve babasını kaybedince, amcası onu ve down sendromlu ablasını yanına aldığında on yaşındaydı. O günü hiç unutmuyordu; amcasının evi, onların evinin yanındaydı. Yaşamını sürdürmek üzere, bir evden diğer eve geçerken, bir gezegenden başka bir gezegene taşınmış gibi hissetmişti. Daha önceleri sayısız kere içinden geçtiği avlu ve avludaki ağaçlar, ona o gün ilk defa gittiği yabancı bir ülkeye aitmiş gibi geldi.
 
Amcası çok sinirliydi fakat çok iyi bir adamdı. Yufka yüreğini, kendince asabiyetiyle koruyordu. Özellikle Saime ve ablasına çok iyi davranır, evdekileri de bu konuda tembihlerdi. Köyde sözü geçen, daha doğrusu kendisinden çekinilen biriydi. Hiçbir zaman ne kendi çocuklarına ne de hem öksüz hem yetim olan yeğenlerine asabi davranmadı ancak terbiyeleri ile yakından ilgilenir, bu konuda otoritesinden taviz vermezdi. Allah var ev halkı da her zaman çok iyi davrandı onlara.
 
Amcasını düşününce yüzü kocaman gülümsedi. Sandığı açmadan, daldığı düşüncelerden geri dönüp sabaha yetiştirmesi gereken işleri bitirmek için odadan çıktı. Bu akşam, daldığı hayallerden kendini almayı bir türlü başaramıyordu. Koridorda yürürken, tekrar hatıralar gözünün önüne geldi.
 
Saime, şimdi yetişkin, iş güç sahibi ve en önemlisi kendi evine yani kendi hayatına sahip olmuş birisiydi. Amcasının yanında yetiştiği yıllarda bu ancak onun için bir hayaldi çünkü ufak bir evde kalabalık bir aile olmuşlardı. Bir ara ablasına bakmak için okulu bırakmayı düşündü. Köy yerinde sekiz kişilik bir aileye bakmak amcası için çok zordu. Amcası böyle bir şeye asla izin verecek bir adam değildi neyse ki.
 
Eski günleri çok özlüyordu bu aralar. Hayal kurmak daha kolaydı orada. Köydeyken bazı günlerde, gündüzleri dama çıkar, gökyüzünden kendisine bir bulut seçer ve hayalinde o bulutu dayayıp döşeyerek kendisine ait bir ev yapardı. Ta ki biri ona seslenene kadar bu hayalle oyalanırdı. Akşamları ise her gün aynı saatte, amcası damda ufak teybini açıp türkü dinlerdi. Hemen hemen her gün sevdiği o türküyü mutlaka çalardı; o an gözlerini kapatıp, kafasını ahenkle bir sağa bir sola yatırıp tempo tutardı. Türkü bitene kadar böyle devam ederdi. Bir demlik çayı bitirmeden kalkmazdı yerinden. Onu o halde köyden biri görse, gündüz siniri tepesinde gezen o adam olduğuna inanmakta çok fazla güçlük çekebilirdi.
 
Anne ve babasını kaybettiğinde çok acı çekmişti ama amcası ve amcasının ailesi sayesinde Saime ve ablası bu evde mutlu bir şekilde yaşayıp gitti. O da buna karşılık okuyup iş güç sahibi olunca, elinden geldiği kadar onlara destek oldu. Meslek hayatına atılıp, kendi düzenini kurunca ablasını yanına aldı. Ona çok iyi baktı fakat arada bir stresli zamanlarında ne yazık ki onu bir yük gibi gördüğü oldu. Ablasını kaybettikten sonra bunun için sık sık vicdan azabı çekti.
 
Aynalı sandığı, evinin çok fazla kullanmadığı odasına koymaktaki amacı, onu gizli bir sığınak olarak görmesindendi. Usulca, “keşke sandığımı dünyaya kapatmak, ona kilit vurmak kadar kolay olsaydı, kalbimi sakınmak da” dedi. Sandığın yanında duran sardunyaya baktı. Annesinin en sevdiği çiçekti sardunya. Bu yüzden ona çok fazla itina gösteriyordu. “Ah be güzel sardunya, seni koruduğum kadar korusaydım kalbimi.” Bunları söylerken, evlilik hayali kurduğu adamın, onu hiçbir zaman anlamamış olmasını düşünüyordu. Onunla bir yola koyulmak için gösterdiği o muazzam sabırdan dolayı kendine kızdı yine. “Sabrettin de ne oldu Saime!” dedi. İşte bu cümlede hayatı boyunca işine yarayacak olan bir ders saklıydı.
 
Telefon çalınca hızlıca mutfağa gidip telefonu açtı. Bir süre telefonda konuşup kapattı. Arayan iş yerinden bir arkadaşıydı. Yarına yetişmesi gereken işler bitmemiş bir halde duruyordu.
 
Bu akşam kendini geçmişten alamıyordu bir türlü. İşten eve döndüğünden bu yana sandık kaç sefer açıldığından, naftalin kokusu evin her yerine ulaştı. Kalkıp nereye gitse, bu koku onu sandığın yanına ısrarlı bir şekilde davet ediyordu. Sonra yine aynalı sandığın olduğu odaya gitti. Kapağını açtı. Yüzüne vuran kokuyu içine çekti. Naftalinli anılar mis gibi kokuyordu yine. İçindekileri aralayarak teybe ulaştı. Evde kendi başına yaşamaya başladığı zamandan itibaren, kaybettiği sevdiklerinin hayali ile konuştuğu anlar olmuştu. O anlar aklına gelince güldü. Kendi kendine, “ölülerle konuşulur mu? Elimizin ulaşamadığı yerdeler diye, yüreğimizden çıkan sesimizi duyamazlar mı? Konuşsak deli mi derler? Olsun desinler, zaten benim aklım başımda değil ki. Aklımı, giderken alıp götürdü sevdiklerim.” dedi. Bu sözleri söylerken eli teybin düğmesindeydi. Teybi açtı, çalışmadığını bile bile… Tıpkı kaybettiği sevdiklerinin ona cevap veremeyeceğini bildiği halde onlarla konuşması gibi…
 
Teybi yerine koyup, ablasının elinden hiç bırakmadığı boncuklu kol çantasını aldı. Süslü püslü şeyleri ne çok severdi. Çantanın içi boncuklu kolye, rengarenk bileklik ve yüzük doluydu. Sonra annesinin yemenisini, babasının köstekli saati ile kasketini sonra da amcasının ufak radyosunu alıp, yeniden hepsini tek tek severek yerine koydu. Sandığın kapağını güzelce kapatıp, örtüyü düzgün bir şekilde sandığın üzerine örttü. Ani bir hareketle sandığı yeniden açtı. Boncuklu çantayı tekrar aldı. Canından öte sevdiği ablasını ne çok özlüyordu. Arada bir ona bir yükmüş gibi gelen ablası… Onu her zaman çok sevip üzerine titrerdi fakat hayat ona ağır geldiğinde, geçmişte yaşadığı zor günlerin etkisini hissettiğinde, sonrasında ağır azaplar çekmesine sebep olan dertlenmeleri geldi aklına, ablası ile ilgili dertlenmeleri… Bunu ona hiçbir zaman hissettirmemişti ama aklından geçirmesi bile onun için utanç vericiydi. Yıllar içinde savrulup yalnız kaldığı zaman içinde ablasını özlediği anlarda içi yanıyordu.
 
Bugün ablasını anınca, yüreğinin daha fazla yanmasının, defalarca kendini sandığın yanında bulmasının bir sebebi vardı; tam da bugün onu kaybedeli bir yıl olmuştu.  Ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. “Omzumda taşıdığım şeyin yük olduğunu sandığım zamanlar oldu. Onu taşımaktan yoruldum diye sızlandığım anlar… Taşıdığım şeyin yük değil, gül yığını olduğunu görmedim bazen çünkü dönüp sırtımdakine bakamıyordum o an.”
 
Ayağa kalktı. Semtin, akşamın bu vaktinde ışıl ışıl parlayan manzarasında yine bir fincan kahve içmek için mutfağa yöneldi. Bu akşam içtiği ikinci kahve olacaktı bu.
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir