Ey Sevgilim, Ey Gece!

AZİZ SAVAŞ
Ey Sevgilim, Ey Gece!
 
Islak ve serin bir sonbahar pazarı… Dün geceden beri tembel tembel yağan yağmur, havaya bir ıslaklık ve serinlik katıyor. Buna bir de dışarıdaki, daha çok ameliyathanelerde gördüğümüz o soğuk ve griye çalan buz mavisi loşluk eklenince, serinliğin ötesinde, insanda bir üşüme hissini oluşturuyor. Güneş ise bir köy odasında, bir kış boyunca yanan sobanın isinden ve dumanından kirli-kurşuni bir renge dönmüş beyaz bir tül perde gibi yüzünü örten o grimsi ve kirli bulutları aralayıp, zaman zaman yüzünü gösterse de, bakışlarındaki fersizlik ve yüzündeki solukluk, artık yorulduğunu; yoğun ve tempolu geçen bir yaz maratonunun ardından, takatsiz ve mecalsiz düştüğünü gösteriyor.
Zaten kendisi de bu sünepeliğinin farkında olmalı ki, bir süre sonra-mahcubiyetten olsa gerek-, geriye çekiliyor; bütün arzuları sönmüş, heyecanı ve neşesi tükenmiş, güzelliği ve cazibesi yok olmuş hayat yorgunu acuze bir kadın gibi, başını kirli yorganının altına sokarak bir daha görünmez oluyor. Karşıdaki tepeler ve yüksekten şehri kuşbakışı seyreden Harput'un manzarası ise, eteklerine kadar inen nargile dumanı kesafetinde bir sisin arkasında siyah-beyaz bir siluete dönmüş.

Ben ise, evimin terasında durmuş, manasız ve alelade bakışlarla camdan dışarıyı; tabiatın bu somurtkan ve keyifsiz halini, bu isteksizce yağan yağmuru, bu can sıkıcı ıslak ve puslu manzarayı süzgün gözlerle seyrediyordum. Bir ara gözlerim, bahçemdeki ağaçlara; bir kısım yaprakları dökülmüş, çıplak; bir kısmı da sararmış, dökülmek için sırasını bekleyen ama kucağındaki bebeğinin ruhsuz bedenine sımsıkı sarılmış, onu toprağa vermek istemeyen bir ana gibi,  hala sapına tutunmuş ve onu yele vermek istemeyen dallarıyla ayakta duran ağaçlara ilişti; hüzünlendim. 

Çok değil; daha bir kaç ay önceydi; bugün bir matem sessizliğine gömülmüş, ıssızlaşmış, harabeye dönmüş, ağaçlarının dallarına sadece kargaların tünediği ve o çirkin sesleriyle, mezarlardan ya da yarı toprağa gömülmüş ıssız harabelerden getirdikleri uğursuz kara haberlerle doldurdukları bu zavallı bahçem, o günlerde nasıl da hayat dolu, neşeli ve cıvıl cıvıldı! Ağaçlar; incecik, taze, narin sürgünlerinden fışkıran sarımsı-yeşil nazenin yapraklarla donanmış, baştan sona dalları, bir gelin tacındaki gibi, rengârenk çiçeklerle bezenmiş halde gelinlikler içinde yan yana duran nazlı kızlar gibiydi. Tazecik vücutlarından yayılan rayiha, börtü böcek bütün hayvanatı mest ediyor, kendilerine çekiyordu.

Çiçeklerinin üzerinde rayihalarından şehvetle tutuşan arılar, aşk nağmelerini mırıldanarak vızır vızır uçuşuyor. Başlarını koyunlarındaki şerbet testilerine daldırarak, o enva-i çeşit tat ve lezzetteki usarelerden kana kana içiyorlar; bu da yetmiyormuş gibi., Bir de o tat ve rayihayı yuvalarına taşımak için, bacak ve kollarını tenlerine sürüyorlardı. Dallarında ise, serçeler ve daha isimlerini bilmediğim birçok kuş türleri daldan dala zıplayarak oynaşıyor, çıkardıkları seslerle. Bir teneffüs zili sonrası bahçeye doluşan, oynaşan çocuklar gibi, bahçeyi bir şenlik yerine çeviriyorlar. Seher vaktinde, hangi talihli bahçenin, hangi talihli gülünün dalına konduğunu bilemediğim bir bülbülün, uzaktan gelen o aşk ve özlem dolu nağmeleri ne güzel yankılanıyor sabahın sessizliğinde!

Bütün varlık; börtü böcek, uçan, yürüyen, sürünen hayvanat; sabah melteminin o çocuksu oynama arzusuna eşlik eden dal ve yaprakların hışırtısı, hatta meltemin kendisi, nasıl da duyar duymaz, hepsi bir anda, bulundukları hal üzere hareketsiz kalıyor, kutsal bir metin gibi, vecd ve huşu içinde, sessizce bu sese kulak kesiliyorlar. Çünkü bülbülün dili, nağmeleri; o her bir varlığın kendine has, kendi aralarında konuştukları ve diğerlerinin yabancısı olduğu dillerden değildir. Yaratıcının bunlardan başka, ayrıca, bütün varlığın gönlüne öğrettiği ve sadece kutsal ve yüce amaçlı haller için kullanılan özel ve ortak bir dildir; ki "gönül dili" derler buna. Dolayısıyla, bütün varlık âlemi bu dili bilir ve tanır.Ttınısından bilir, nağmesinden tanır, hararet ve ateşinden hisseder. Adresi bellidir, gönle düşer ve düştüğü anda da bir bomba gibi ya da yüksek ateşli bir sıtma gibi bütün vücudu sarsar, titretirdi.

Evet, işte böyle, bir başıma terasta, camın kenarında oturmuş, yukarıdan, bir yandan aheste aheste ve sarsak yağan yağmurun altında ıslanmış ve bana üşümekten titriyorlarmış hissini veren bahçemdeki ağaçlarımın o çelimsiz ve yarı çıplak hallerini seyrederken, bir yandan da bunları düşünüyordum. Bir ara kendi kendime dedim ki: meğer ne çok hayatlar, ne çok serüvenler yaşanıyor çevremizde! Her anı birlikte yaşadığımız, birlikte soluk alıp verdiğimiz, birlikte ömür tükettiğimiz ama farkında olmadığımız; dokunuşunu, nefesini, sesini, ılıklığını ya da serinliğini, rayihasını, rengini hissetmediğimiz, duymadığımız, görmediğimiz, koklamadığımız ne çok şey var hayatımızda!

Ne çok şey bize dokunmakta, sokulmakta; bir kedi gibi sırnaşarak, o yumuşacık kadifemsi tüylerini bacaklarımıza, kolumuza, yüzümüze sürmekte; kapağını açtığımız bir lavanta şişesinden yayılan bir ıtır gibi, rayihası çevremizi sarmakta, üstümüze, tenimize sinmekte, burnumuzu yalamakta ya da bir tavus kuşu gibi, o yeşilimsi, mavimsi, sarımsı, turkuaz renginde, pul pul  kanatlarını bir yelpaze gibi açmış da karşımıza geçmiş arzı endam etmekte.

Fakat, bizler ise, ya arabaya koşulmuş bir at gibi, boynundaki yem torbası ile, değersiz bir hayatın kahır yükü altında, bezgin, bitkin ve sünepe bir hayat sürmekte ya da bir kemik etrafında kavgaya tutuşmuş, hırlaşan sokak köpekleri gibi, kan ter içinde, basit emellerin, bencilliklerin, ihtirasların, şehvetlerin peşinde koşmakta, kavgasına tutuşmaktayız da, bütün bu güzelliklerden uzak gaflet içinde bir ömür tüketmekteyiz.

İnsanoğlu, şımarık, bencil, kibirli olduğu kadar, cahil ve gafildir de. Gün geçmiyor ki, kendisinin icat ettiği o etsiz, ruhsuz, cansız, ılıklığı ve rayihası olmayan, bir nur ve cemalden mahrum, bir ünsiyet ve sıcaklık hissi taşımayan, bir sedası ve nağmesi olmayan,  demir, plastik ve ışıktan ibaret buluşlarını bir mucizeymiş gibi abartır, kasılır, övünür de, her an gözleri önünde cereyan eden, tekrarlanıp duran hayatın; o milyarlarca tür ve cinsin biteviye tekrarlanan mucizesini görmez ve ondan gaflette olur. Bir erkek ve bir dişiden iki damla suyun karışması ile kısa bir süre içerisinde, ete kemiğe bürünen, bir can ve hayat bulan, hareket eden, gelişen, büyüyen, arzu ve emelleri, sesi ve sedası olan, aile kuran, yavrulayan, neslini devam ettiren ve o büyük hayat döngüsünde yerini, yurdunu, rolünü ve mesuliyetini bilen ve ona göre bir hayat süren bir mucize, ne muhteşem bir mucizedir!

Yine, aynı toprak ve sudan beslendiği, aynı güneşin altında, aynı havadan soluduğu halde, farklı renk, tat, rayiha, boy ve endama sahip binlerce bitki, ağaç ve nebatatın bir topraktan bitmesi ne akıllara durgunluk veren bir olaydır! Ya okyanusların içindeki o dünya? Her bir unsurunun, mucizesi karşısında gözleri yuvalarından fırlatan, bakışları şaşkınlığa uğratan o hayat serüvenleri? Ya başımızın üstünde dönüp dolaşan o çarkı felek, o büyük gök deryası ve içerisinde dünya ölçülerine sığmayan sayıda, hacimde ve ağırlıkta yüzen o devasa kütlelere, o feleklere ne demeli?

Ya karanlığın içerisinden süzülüp çıkan bir fecrin doğuşu? Nasıl da ay ve yıldızların o yumuşacık, ılık, loş ve mahmur şuleleri altında bir gümüş ya da platin koyuluğunda parıldayan gecenin o kadifemsi, ılık, bir ana kucağı tadında örtüsü altında mışıl mışıl uyuyan varlık âlemini ürkütmeden, sessizce, o ipekten aydınlık elleriyle yüzlerine, gözlerine dokunarak ve kız kardeşi meltemin o serin nefesini yüzlerine soluyarak yeni bir güne uyandırıyor. Gecenin gelişi de öyle değil mi? Sessizce, önce bir buğu gibi gölgesinin aydınlığın içerisine süzülüşü, sinişi… Sonra, yavaş yavaş kesafetini arttırarak onun o sert ve keskin parıltısını yumuşatması… Ardından, güneşin bir ahtapot gibi yaydığı kollarını, o ışık huzmelerini usulca kendine çekmesi; derlenip toparlanması ve giderek kızıl bir kora, bir ateş topuna dönüşmesi…

Sonra da, etrafa yaydığı kızıl, sarı, mor ve daha başka renk ve tonlarda ışık huzmeleri, hareler ile bir düğün kortejini süsler gibi ufku donatması, peri masallarındaki gibi, sevgilisinin geliş yollarını ışıktan taze gül yaprakları, altın, yakut ve pırlanta tozları ile bezemesi… Ve nihayetinde, kutsal bir ayinin, şerefli bir karşılama şöleninin hazırlıklarını tamamlamış olmanın mutluluğu ve gururu içinde, vakarla kendini ufkun bitimindeki o gizemli, derin ve serin bir okyanusun koynuna salıvermesi… Ah! Ne muhteşem dalıştır o! Bir anda nasıl da, onun gelişi ile o katmerli, koyu karanlık sular alev alev tutuşmuş, o dağ gibi karanlık kurşuni dalgalar, sanki bir volkanın ağzından akan, kayarak üst üste yığılan kızıl lavlar gibi bir yükselip, bir iniyor! Ve ardından gecenin o aheste aheste süzülerek gelişi…

Nasıl da peri masallarından çıkıp gelen, üzeri elmas, yakut ve pırlantadan taşlar ile süslenmiş ve altın tozları ile bezenmiş simsiyah ve dokunduğunda bir ılıklık hissi veren kadifeden bir abiye içerisinde, bir şölene ya da karnavala gider gibi, o topuklarına kadar inen hatta bir gelinliğin metrelerce uzunluğundaki kuyruğu gibi, ardından akıp gelen geniş bir nehir gibi, o sırmalı uzun siyah saçlarını yaymış da ay yüzlü bir kadın endamıyla etrafına hareler saçarak yürüyor! Bütün varlık; zerreden kürreye, kendi yuvasına çekilmiş, kendi aile efradıyla birlikte, vecd ve huzur içinde, bu gök şöleninin, bu peri kızının endamından yayılan rayihaların ve loş ışık harelerinin hazzını doyasıya tadarak, huzur ve sekinet içerisinde mest olur, kendinden geçer.

Gece ile gündüz… Leyla ile Mecnun gibi. Merak ettim; acaba şu "Gece" kızı mı Leyla'ya imrendi de o maşuka ismini ve tenini benzeterek "Leyl" oldu ve semavat arşında maşukluk tahtına oturdu da bütün varlığı kendisine mecnun ve meftun kıldı. Yoksa, şu çelimsiz Arabi kız mı, geceye özendi de yüzüne, tenine karalar çaldı, adını Leyla koydu ve yeryüzünde âşıkların Kâbe’si oldu; yoksa biri diğerinin iz düşümü ya da gölgesi mi; eğer böyleyse, aslolan hangisi? Burası bir muamma; bunun sırrını bilmesek de, ikisinin de kaderinin aynı olduğunu biliyoruz: firak çemberinde biteviye bir deveran; vuslatı olmayan bir serüven.

Mutlak hikmet sahibi, o güçlü ve kudretli sanatkâr, yaratışındaki bir sırrı ifşa ederken: "Biz her şeyden bir çift eşler yarattık (zevceyn); umulur ki, bunun üzerine tezekkür edersiniz" diyor; yani, Leyla ile Mecnun, gece ile gündüz, Adem ile Havva gibi ya da aşık ile mâşuk gibi… Yoksa, güzel ile çirkin, siyah ile beyaz gibi değil. Çünkü zevceyn olmanın sırrında, aynı hamurdan olmak, aynı tıynete sahip olmak var, aralarında bir ünsiyet, tenasüp ve cezbiyet var; bir arzu ve iştiyak var.

Diğerinde ise, bir zıtlık ve karşıtlık var, hamurları ve tıynetleri bir değil; aralarında bir ünsiyet ve tenasüp yok; dolayısıyla, biri diğerine arzu ve iştiyak duymaz, iterler birbirlerini. İşte zaman dediğimiz o tılsımlı mucize; Yaratıcının adına yemin ettiği o kutsal kavram, bütün varlığın nizamını sağlayan, ecelini tayin eden, günleri, ayları, yılları, asırları var eden, varlık âlemi ile varlık ötesi alem arasındaki dengeyi sağlayan, o gece ile gündüzün bu ulvi, gizemli, aşk oyunudur; yaratıcının en büyük mucizesidir.

Bundan dolayıdır ki; zamana küfretmek, en büyük günahlardan sayılmış ve yaratıcının -haşa- kendisine küfretmek olarak addedilmiştir: Ebu Hüreyre’den (r.a.), Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah'uTeala şöyle buyurdu: "Ademoğlu dehre söverek beni gücendiriyor. Oysaki dehr benim. İş benim elimdedir. Geceyi gündüze ben aktarıyorum." (Buhari Tefsir: 1, Tevhid: 35, Edeb: 101, Müslim, Elfaz: 1,2, Ebu Davud, Edeb: 181)

Kanaatimce, insanoğlunun en kötü, en talihsiz buluşu, şu elektrik ve ampulün keşfi olsa gerek. Neden mi? Çünkü zaman mefhumu, adına yaratıcının yemin ettiği o kutsal kavram, o bütün varlığın işleyişini düzenleyen ve varlık ötesi âlem ile varlık âlemi arasında incecik bir zar ya da bir soluk buğulu nefes gibi duran yaratıcının göklere has o azametli mucizesi, insanoğlunun bu talihsiz keşfi sayesinde tılsımını yitirdi; yere indirildi de, onu icat ettiği metal çarkların tik tak seslerine ve rakamlara bağladı. Ampul keşfedildiği günden beri, artık "gece" ve "gündüz" mefhumu kalmadı; gündüz geceye taşındı, gece de gündüze.

Artık "gece mi, gündüz mü?"  denilmez; "saat kaç?"  ya da  "kaç vardiyasında çalışıyorsun?" denilir oldu. Gecenin sekineti, feyzi, rahatı, huzuru, her bir varlığa tahsis edilen o mahrem an, insanoğlunun aç gözlülüğü, ihtirası yüzünden, şehirleri, sokakları, evleri, beton duvarlarla çevrili o geniş fabrika odalarını aydınlatan ampullerin o kesif ve çirkin ışıkları altında işleyen makinaların sinir bozucu ve ruhsuz tıkırtıları ve sesleri ile doldu da, insan bütün varlığın doyasıya tadını çıkardığı bu ilahi nimetten kendisini mahrum kıldı. Hâlbuki bu Yaratıcının kullarına olan özel bir ikramı ve lütfu idi:

"Ve rahmetindendir sizin için geceyi ve gündüzü halk etmesi: sükun ve huzura eresiniz ve lütfundan rızkınızı arayıp bulasınız diye; umulur ki; şükredersiniz" (Kasas Suresi, 73). Gündüzün biteviye çabası, çilesi, kavga ve didişmeleri, stres ve gerginliği; varlığın o gözleri ve dimağları yoran renkliliği ve çeşitliliği; kulakları tırmalayan, beyinleri zonklatan gürültüsü; gönülleri me'yus eden, kirleten, alabora eden debdebesi, evet bütün bunları gecenin sekineti, o gönüllere neşe ve huzur veren sıcak örtüsü örter de, bütün varlık, insanoğlu, onun altında dinlenmeye çekilir, huzura erer ve fıtrat ayarlarına yeniden geri döner ve ölüm gibi, gözlerini varlık âlemine kapatır; ruh, başka bir âleme göçer; ta ki, gün ışımasıyla yeni bir uyanışa, yeni bir dirilişe başlayıncaya kadar bu berzâh hayatı devam eder.

Aslında her uyanış, yeni bir diriliştir; her uyuyuşun yeni bir ölüm olduğu gibi. Aslında her birimiz, en az günde bir kere ölür ve bir kere yeniden diriliriz. Mutlak ölüm ve mutlak dirilişimiz de bundan farklı olmasa gerek; bu kadar kolay ve basit. Yeniden dirilişe inanmayanlar, aslında her gün ölüyor ve diriliyorlar da farkında değiller… İşte gece, bu ölüm perisi, bize ecel terleri döktürtmeden, boğazımızı sıkmadan, ruhlarımızı incitmeden, bir hastaya narkoz verir gibi; bir ananın çocuğunu o sıcacık kucağında sallar, ninni söyler gibi, bizi o siyah, ılık ve kadifemsi örtüsüyle sarar da, tatlı bir uykuyla ruhlarımızı bedenimizden ayırır, farkında bile olmayız.

Evet, bütün bu mucizeler, kâinatta, çevremizde ve nefsimizde cereyan eden, her an tekrarlanıp duran bu harikulade olaylar, yaratıcının yüce kudretinin, mutlak ilim ve hikmetinin, Er-Rahman sıfatıyla tecelli eden merhamet ve şefkatinin biteviye tezahürleridir.

Zerreden kürreye bütün varlık, tek bir hükümdarın saltanatında, tek bir vücûd gibi, tek bir akıl, tek bir kalp ve tek bir ruh ile bir mizan ve denge içerisinde, aynı şuur ve zikirle; "la ilâhe illallah" diyerek, belirlenmiş bir ecele doğru akar durur. İnsanoğlunun tarih boyunca başına gelen bütün musibetler, bütün felaketler, acı ve kederler ise, kapıldığı hırs ve ihtiraslar yüzünden, cehaletin yol açtığı ahmakça bir kibir ve "benlik" davası yüzünden azması ("insan, ne zaman kendini müstağni -kibirli ve kendi kendine yeterli- görürse, muhakkak ki azar") ve bu mükemmel nizamdan, bu zikir halkasından koparak "mizanı" bozması yüzündendir: " Er-Rahman…

Kur'ân'ı öğretti. İnsanı halk etti, ona dilleri, konuşmayı belletti. Güneş ve ay, bir hesapla işler durur. Ve gövdesiz bitki ve gövdeli ağaç secde eder. Ve göğü yüceltti ve ölçüyü koydu. Sakın dengeyi (mizanı) bozmayın. Teraziyi doğru tutun, adâletle tartın ve eksik tartmayın" (Rahman :1-9).

Hülasa…

Ey sevgilim gece!

Şairler senden şikâyet etseler de; onların gönül tandırlarına odlar düşürüp ruhlarını tutuştursan,

akıllarını başlarından alıp kendine meftun ve mecnun kılsan,

hasretinden ciğerlerini yaksan, kebap etsen, göz pınarlarını boşaltıp kurutsan, bir ağacın dalında sallanan sonbahar yaprakları gibi bedenlerini sarartsan, çer çöpe dönüştürsen de,

değil mi ki Rabbim senin adını yüceltir de yemin eder,

sen benim yegâne sevgilimsin!

Ey Leyl'im, Leylam benim!

 "And olsun kararmaya başladığı dem, geceye!"

"And olsun akıp giden geceye!"

"And olsun onu örtüp büründüğü zaman geceye!"

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir