O zaman bu sıhhat işinin çarelerini aramak gerekir. Bir sanatın sağlıklı olması için her kesin bildiği bir gerçeği yeniden söylemekte zarar yok: Birinci şart kendi ülkesinin insanını söylemektir. Bunu söyleyebilmek için de kendi ülkesinin insanı olmak. (Galiba en zor olanı da bu) Ve bu insana ait bütün değerleri tanımak. O değerlerin aktığı kaynakları ve memeleri bulup onlara yapışmak. Kendi insanının ve medeniyetinin bir mânâda aşığı olmak. (insandan kastım ahâli değildir. Ben daha çok insanları hiç beklenmedik zamanlarda mâşerî bir tahassüs alanında birleştirebilen vicdanın inşacısı olan millet tabirini kullanmayı tercih ederim) İşte huzurunuza gelmeme sebep olan toplantının duyurusunda belirlenen son maddeye geldik. Bu da türkülerdir. Türküler merhum Tanpınar’ın tabiriyle bizim romanımızdır. Peki şiirimizle ne ilgisi var sorusunu da sizlerle birlikte tartışmanın tam sırasıdır. Çünkü türküler bizim şiirimizin olduğu kadar, kurduğumuz medeniyetlerin görünen yüzünün ardındaki ana gerçektir. Ve benim şiirimin bir başka kaynağı da budur. Şimdi şiirin kaynakları bahsine yeniden dönmek gerekir mi bilmiyorum. Zaten fazla bir şey söylemek imkânımız da yok. Ancak bu kaynakların ne olduğu hususundan ziyâde kullanılmaları meselesi önemli olmalıdır. Kullanma nasıl olabilir? Meselâ ortada pişirdiğiniz bir pilav var bunu zenginleştirmek istiyorsunuz. Biraz fasulye, biraz tas kebabı, biraz patlıcan, bamya v.s. ekler gibi şiire de biraz saz şairlerinden , biraz kadîm şiirimizden biraz da türkülerden alıp eklemekle bu şiir olur mu? Yararlanmak eyleminden söz ediyorum. Bu sonradan eklenmiş bilgiler doğru ve sahih olsalar da eğer şair tarafından içselleştirilmemişlerse kenarda köşede besleme gibi duran anlam kırıntılarına benzemezler mi? Ben türkülere geçmeden, bu sorunun cevabını içinizde aramanızı istiyorum. Ben de kendi şiirimin derinliklerinde söylenip duran türkülerin; mehâbetiyle ağırlığını kelimelerime yükleyen kadîm şiirimizin bulundukları yerdeki duruşlarının sıhhatini sorgulayacağım. Konuşmamın başından beri anlattıklarım bu sorunun cevabı olarak düşünüldü ve arz edildi. Yine kimseye tavsiye veya nasihat niteliğinde söylenmemiştir. Demek istediğim bu saydıklarım şiir ve sanat maceramızın sadece bana ait olan hikâyesidir. Bu macerada dikkat edilirse sanatın yıllardır tartışma konusu olan ayrı bir hususiyetinden söz etmeyi unutmuş görünüyoruz. Bu mesele sanatın toplum için mi, yoksa sanat için mi olduğu meselesidir. Ben bu konuya girmeyi pek sevmem. Zaten konu eğer dikkat edilirse uygulama alanındaki örnekleriyle göz önündedir. Televizyonlarda, kasetlerde toplum için icra edilen metinlerin şiir olup olmadığı üzerinde biraz düşünmek durumu izaha yeter sanıyorum. Böylece sanatın bu gibi gereksiz tartışmalar içerisine çekilmesinin ancak bir takım şiir yazdıklarını sananların, yahut şiir programı yapanların ekmeğine reyting sürmekten başka bir işe yaramayacağı da anlaşılmış olmalıdır. Bir başka açıdan şiire kurtarıcı bir metin gibi bakmanın da gereksiz olduğuna inananlardanım. Bir zamanlar moda olduğu gibi, her şiir denilen metnin görünen bir yerine iliştirilmiş Filistin, Kudüs Afganistan Vietnam, Zenciler, Caz, Kızılderililer v.s. gibi iç gıcıklayıcı fakat derin hüzünden yoksun söylemlerin de hiçbir şiire veya edebiyata yarar getireceği kanaatini taşımıyorum.
Şimdi türkülere tekrar dönebiliriz. Türküler bizim romanımızdır tesbiti, ihtimâl romana medâr olacak trajedyayı içinde barındırmasından dolayı yapılmıştır. Tanpınar merhum, kendi milletinin yaşadıklarından bîhâber olan okur yazar takımını milletiyle barıştırmak niyetiyle böyle bir iddiayı ortaya sürmüş olabilir. Yâni milletin çektiklerini türküler vasıtasıyla ifade ettiğine aydınların dikkatini çekerse, aydınların ilgisi millet üzerine yoğunlaşacak böylece hem romanı geliştirecek hem de aydınla milletin arasındaki uçurum kalkacaktı. Şimdi bile örneklerine sıkça rastlıyoruz: Okur yazar takımı, kilim desenli çorap giyerek, kızına oğluna kilim, cecim gibi adlar koyarak halkla ilgi kurduklarını sanıyorlardı. Bazıları da şimdilerde türküler söyleyerek bunun olacağını zannediyorlar. Oysa türküyü söylemeye başladıkları anda onları birden Roma’dan seslenirken görürsünüz. Çünkü türküyü bile bir batılı gibi söylemeyi marifet sayıyorlar. Türk sesi çıkarmaya utanıyorlar. Çünkü Türk ses yapısı batıdaki oranlara göre ayarlı değildir. Kendine has ses ve koma sistemi vardır. İşte bu inceliklerdir ki türküyü biz yapar. Buna şükretmek gerekir. Bu inceliklerin bulunması gönlü batıda, aklı parada sesi şimdilik bulunduğu yerde olan bu takımı, batı adına milletini geri kalmakla suçlayarak kendi haline mazeret bulmaya yönlendirir. Oysa bilmez ki kültürleri ve medeniyetleri ortaya çıkaran ve şahsiyet veren bu inceliklerdir.
Türkülerin taşıdığı melâlin en derin, yahut en tepede yaşandığı bölgelerden birincisi Karadeniz ise ikincisi İç Anadolu’dur. Konya ile Karadeniz arasındaki fark Karadeniz’de yaşanan melâlin naif olması sebebiyledir. Konya’da bu melâl bilgi ve görgü alanlarının genişliği ve zenginliğinden kaynaklanan bir başka vasfı taşır. Ancak ikisinde de ortak tarz, şen ve şakrak bir ifadedir. Bu hareketlilik genellikle yanlış anlaşılmıştır. Asıl sebep bu yörelerde yaşayan insanımızın yaşadıkları melâlin hâl olmaktan, makam olması tehlikesine karşı alınmış bir tedbir arayışıdır. Bu tabirler tasavvufla ilgili tabirlerdir. Bu da insanımızın tasavvuf yolunun amaçladığı idrâk ve irfan seviyesine ümmî olarak kalbi ve hissiyle yine tasavvuf tabiriyle Üveysî olarak ulaştığının delili olmalıdır. Bu tedbir Konya’da bir yanda semâ, bir yanda oturak havası ; Karadeniz’de de horon olarak kendini dışa vurmuştur. Konya’nın ilâhî havasının insanlara verdiği mehâbet duygusu bir türkülerde kendini iki derecede hissettirir. Birincisi incesaz tabir edilen aletlerle konaklarda ve zengin sofralarında icrâ edilen müzik, ikinci ise bazen bir genelev hücresi, bazen Meram bağlarını mesken tutan ve içkinin dışında ikinci malzemesi kadın olan âlemlerde icrâ edilen türkülerdir. Birincisine musikî, ikincisine türkü dediğime dikkatinizi istirham ediyorum. Türküye medâr olan durumda, Sabahattin Ali’nin, Kemal Tahir’in romanlarından tanıdığımız, ancak yüzlerini pek seçemediğimiz, genellikle namus erbâbı tarafından kaale bile alınmayan malzemesi insan olan mezeler tarafından icrâ edilen, dinleyen için sadece bir musikî parçası olan melâlden söz ediyorum. Aradaki farkı bu keyiflere meze yapılan kadınların bir kerecik olsun melâllerine medâr olan durumlarını tefekkür ederek sizler çıkarmalısınız. İşte türküden kastım budur. Bu yüzden türküler milletimiz tarafından musikî parçaları olarak icat edilmemişlerdir. İhtimal sözle meramların ifadesinden müteessir olmayan muhatabın idrâk seviyesini kamçılamak için müziği ilave etmiştir. Bu muhatabı insanlık olarak tarih olarak kabul etmekte bence bir beis yoktur. Tanpınar merhumun idrâk ettiği ve trajedyasından bizi haberdâr etmeye çalıştığı roman bu olsa gerektir. İkinci makamdaki müzik içinse, bu melâlin idrâkinden kaynaklanan ve mesuliyeti mucip olacağı endişesiyle kurulmuş evcilleştirme merkezleri denilebilir. Peki o merkezlerin de bir zaman sonra irfan ve terbiye meclisleri haline gelmesi nasıl açıklanabilir? Bunun cevabı da yine türkünün kendisindedir. Çünkü türkü dediğimiz ifade, millet dediğimiz aziz varlığın bin yıl önce tanıştığı ilâhî kaynağı hemen şuuruna giydirmesiyle kendi içinde meydana getirdiği alanlardan en kerîm olanıdır. Bu yüzden bütün tasallutlara rağmen yerleştiği vicdandan söküp atmak mümkün olmamıştır. İşte türkülerin bu kadar güvenilir bir alan olması da yine malı olduğu milletin içindeki kerîm vicdanla ilgilidir. Ahali, insan v.s. gibi tabirlerin fazla önemi yok.
Çalıp söylemeye çalıştıklarımıza gösterdiğiniz sabır için de teşekkür etmeliyim. Ayaklarımızı yere değdirerek söyleyelim. Ben türküleri hiçbir zaman yöre farkı gözetmeden sevdim. Beni en çok ağlatan uzun hava çeşitlerinden biri yol havasıdır. Oysa ben Urfa’lıyım ve hoyratlarla büyüdüm. Özellikle Urfa diyorum. Çünkü ben Ankara’ya geldiğim yıllara kadar, Urfa başına getirilecek şanlı kelimesine muhtaç değildi. Hâla da değildir. Urfa’nın türküleri kadar, zeybekler de beni kalkıp oynamaya yeltenecek kadar heyecanlandırır. Alevî deyişlerini de bizim bir parçamız sayarım. Geçenlerde vatan ve millet sevgisinden şüphe duyamayacağım bir yazarımızın Alevîlerin deyişlerinden güzel olanlar da var, ancak onlar bizim türkülerimizi söylemesinler ifadesine şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Bu gibi tavırlar derin devlet ajanlarına yakışan tavırlardır. Kalbinde devlet-i ebed müddet hürmeti ve muhabbeti bulunan kimse böyle bir ayrımcılığı yapmamalıdır. Biz bir azîm ve azîz medeniyetin varisleriyiz. Böyle ufacık sınırlara sığmayı kendine ve milletine revâ gören bir idrâke bunları izah etmek tabii ki kolay değildir.
Sözümü sanki bir mürşit edâsıyla bitirdim. Niyetim bu değil. Ancak heyecanımı mazur görmelisiniz. İki sebepten dolayı şaşkınlığımın bağışlanmasını diliyorum. Birincisi konunun vukufiyetimin çok üzerinde oluşu, ikincisi huzurunda bulunduğum topluluğun dikkati ve en önemlisi rikkatiyle beni saldığı hayret ve tahassüs iklimi oldu. Şairlerin hamâkatlarına (sadece bana ait bir ahmaklıktır bu) dair uydurduğum bir hikâyeyi anlatarak bitirmek istiyorum. Şairin biri çok güzel bir köylü kızına aşık olur. Evlenirler. Gerdek gecesinin sabahı şair sevgilisine şu soruyu sorar:
“ Sevgilim gözlerime bak ne görüyorsun? ”
Beklediği ihtimâl şairâne bir cevaptır. Oysa cevap şöyle gelir : “Çapak”.
Şairler bu soruyu, çevresindekilere, yaşadıkları topluma hep sora gelmişlerdir. Aldıkları cevap da hep aynı olmuştur. Ama ben bu gün burada böyle bir cevabı îmâ bile edecek bir göz ve gönül görmediğimi sevinç ve derin minnet duygularımla ifade etmeliyim.