Hastaneler ve Şifa Saatleri

MEHMET ALİ BAL
Hastaneler ve Şifa Saatleri
 
Hastaneler ana hakikat bakımından yoğun bir şekilde Şafi İsmi Celilinin tecelli ve tezahür ettiği, bu hakikatin temsil edildiği mekânlardır. Bu mekânlarda adeta iç içe geçmiş, birbiriyle ilintili veya ilintisiz çok sayıda dünya da bulunabilir, çok sayıda başka hakikat de. Bu yüzden hastanelere ve şifa saatlerine bakışımız imkân nispetinde kapsayıcı ve bir derinliği haiz olacaktır.
 
Hastaneler insanlığın biriktiği yerlerdir. İnsanların acılarının, ağrılarının, merhametin ve şefkatin küçük gölcükler oluşturduğu istisnai mekânlardır. Modern tıp her ne kadar bilimsel ve maddi ölçütlerle kurumlarını oluşturduysa da hastanelerin herhangi bir köşesi, odası veya koridorunda insanın kendinden bir şeyleri görmek ve hissetmek mümkündür.
Acılar ve ağrılar, insanın (Hastanın) acizliği ve insanın (Doktorun) donanımı, bazen hayata özlem bazen de ölümün soğuk yüzü bu mekânlarda kesişir. Eğer varlığımızın hassas zarının yırtıldığı anlarda hastanede tecrübesi yaşanırsa hayatın felsefesine, hissiyatına, insanın en güçlü isteklerine ve en naif yönlerine şahit oluruz. Hele ki doğum ve ölüm gibi hayatın en uçlarında olunursa, en yüksek inançlar, hisler ve kanaatlerde gezilir.
 
İbret almak için hastanelere veya hapishanelere gidin denilir ya, bu sözün ne demek olduğunu yolunuz hastaneye düştüğünde anlarsınız. Hayatın derinlerine inmek için orta halli bir hastanenin acilinde bir veya iki gün geçirmek yeterlidir. Hastanelerde hayat perdesizdir. Ve insan örtüsüzdür…
 
Bu mekânlarda her bir nefes devlet, bir damla gözyaşı bir inci tanesidir anlayana. Bir nefesle hayat ölüm sınırı aşılır. Dünya ve ahiret bir çizginin iki yanında ve bir çatı altında birikmişlerdir.
 
Fransız askeri hekim Bichat’ı okumak da hastanenin bir kesitini verir bize. Bichat harp sahalarında yaralı askerlere müdahaleleri sırasında insanın derinlerindeki güçlü içgüdüleri gözlemlemiştir. Hastane de güçlü içgüdülerin daha steril bir ortamıdır.
 
En içten sohbetler hastane odalarında yapılır. Hastaların kendileri bir yana refakatçileri çok şeyler görürler. Rahmetli Babamla geçirdiği bir kalp krizi sonrası 4-5 aylık bir hastane tecrübemiz olmuştu. En fazla annem kalmıştı yanında. Neler konuşmuşlardı neler! Bütün bir hayatın gözden geçirmesini yapmışlardı. Bölümde görevli hemşireler ve diğer tüm görevliler, hastalar ve yakınlarıyla bambaşka bir dünya kurmuşlardı orada. Sanki o bölümde yaşadığımız dış dünyadan farklı bir atmosfer vardı.
 
Aradan yıllar geçti, hala rahmetli babamın oda arkadaşlarından bazılarını hatırlar ve ararım. Hemşire hanımları minnetle yâd ederim. Refakatçi kaldığım günlerde sabah namazına gittiğim camii ve ilçenin kendine özgü sokağı, havası hala hafızamdadır. O küçük şehir hastanesi benim annem ve babamla hayatı özne yaptığımız yolculuğun kesişme noktası olmuştur. O küçücük bölümden iyileşerek sevinip gidenler de olmuştur, bir sabah vakti gözlerini kapatıp ayrılanlar da. Rahmetli babam 6 aylık çocuğumuzu odasının balkonundan görmüştür. Bu benim hayatımda gördüğüm en etkileyici tablolardan biridir. Hayat ve ölüm bu kadar yakınlaşmıştır birbirine!
 
İslam âlimleri derler ki, hastalık insana yüksek mertebeleri hızla kazandırır. Eğer ki hastalığa duçar olanda iman, tevekkül ve sabır olsun. Hastaların bakımıyla ilgilenenler de böylesi bir manevi ücretten paylarını alırlar denmektedir. Bu durumda – hasta veya hastaya bakan- olup da ruhen ve kalben yükselenleri dünya gözüyle görmek bile mümkündür. Resmi ve maddi ücreti karşılığında da olsa hastane çatısı altında çalışanlar da bu aynı manevi kaynaktan faydalanabilir ve beslenebilirler. Böylesine manevi özü maddi zarından baskın bir hizmet mekânının koridorlarında melekler geziniyor denilse şaşırmamak gerekir. Aksine bu hal, şehirlerin caddelerinde dolaşan, alışveriş yapan insanların durumu kadar olağandır. Bu iki hal bir vahidin iki yüzü gibidir. Zira şehir dünyanın, hastaneler ise öteki âlemin bir parçasıdır özgül yoğunlukları itibarıyla.
 
Yine inancımızda vardır ki, uzun hastalık dönemi geçirmek suretiyle vefat edenler için – İman ile vefat etmeleri şartıyla- hastalıkları günahlarının affedilmesi için bir vesile kabul edilmiştir. Koskoca bir ömrün sonunda ne kadar değerli ve lezzetli bir meyvedir bu. İşte hastaneler bu meyvelerin de bahçeleridir.
 
Hastanelerin hizmetlilerinin bu olağanüstü özelliklerinden dolayıdır ki, özellikle son beş (5) yüzyılda üçüncü dünyadaki Hıristiyan Misyonerliği tıp üzerinden gitmiştir. En etkili çalışmalarını bu sahada vermiştir. Bir misyonerin yaklaşık anlamıyla “Nerede hastalıklar varsa orada hekimliğe ihtiyaç vardır. Hekimliğe ihtiyaç duyulan her yerde misyonerler çalışabilir” cümlesini hatırlıyorum. Yüce Yaratıcı (cc) Şafi isminin hizmetkârı herkese gönüllerde yer tutmayı bahşetmiştir. Keşke Müslüman dünyasında da böylesi bir çaba olsaydı.
 
Hastalık ve hastane demişken, hastalık çeşitlerine değinmemek olmaz. Hangi tür hastalıklar vardır? Ve hangi hastalıklar hangi hastanelerde tedavi edilirler? Kanserli bir genç kızın doktoru Prof. Haluk Nurbaki’ye –biraz da Hocanın dini yapısını bildiği için- söylediği söz ne kadar anlamlıdır: “Doktor Bey benim maddi hastalığımı tedaviye çalışıyorsunuz. Ama manevi yaralarımı sormuyorsunuz”. Hastaneler bana her gittiğimde, kalbi ve ruhu paramparça olmuş, gözleri sönmüş, manevi acılarla çığlık çığlığa ağlayanları hatırlatır. Onların ne seslerini duyan ne de kalp ağrılarını hisseden olur. Ağlarım. Sahiden caddelerin, pazarların ve plazaların arasında yaralarından kan damlayarak koşturan zavallıcıkları kim tedavi edecek? Nasıl edecek?
 
Kendi yaralarımın bana öğrettikleri içinde en açık olan gerçeklerden biri aynı yaralarla can çekişen çok insan olduğudur. Üstelik bu insanlar sadece bizim coğrafyamıza ait insanlar da değildirler. Her renkten, her dilden, her milletten çok insan tanıdım. Kalpleri yaralı, ruhları açtı. Tıpkı benim gibi.
Söz söyleme yetkisinde olduğumu sanmıyorum. Ama kalbimle diyorum ki, keşke İslam Âlemi için maddi hastalıklar gibi manevi hastalıkları, kalp ve akıl ağrılarını, vs. tedavi edecek devasa bir hastane olsa. Ve o hastanede ruhlarımıza ferahlık, kalplerimize kardeşlik, akıllarımıza feraset verecek ilaçlar zerk edilebilse! Bu hastanenin öyle bir beyin cerrahisi bölümü olsa ki, meflûç durumda İslam Âleminin vücut bütünlüğünü sağlayacak şekilde beyin ve sinir hastalıkları teşhis ve tedavi edilebilse!
 
Odyoloji bölümünde, öyle kulaklar açılsa ki, kurtuluş haykırışları duyurulsa: “Kalkın ey Ehli İslam! Sizler zillet içinde olamazsınız! Ayağa kalkın! Zulüm içinde de olamazsınız. Ayağa kalkın!”. Bu arada da Filistin’in, Kafkasya’nın, Halep’in, Bağdat’ın ve daha nice İslam beldelerinin parçalanmış sinelerindeki yaraları sarmaya yiğitler çağırılsa!”
 
İslam Milletini yiyip bitiren kanserli hücreleri, virüsleri kurutan tedavi yöntemleri, araçları olsa… Hekimleri her acıyı şefkatle, her ağrıyı hazakatle tedavi edebilir olsalar. O hastanenin ultrason cihazları, İslam Aleminin yeni doğacak sağlıklı ceninlerini, bebeklerini ve rüşeymlerini bize gösterseler.
 
O hastanenin mikrobiyoloji bölümü öyle olsa ki, İslam Âleminin bizatihi kendi değerlerini ifsat eden mikropları teşhis ve imha edebilse! Ardından da istek üzerine dünyanın birçok milletine arındırma hizmeti verebilse.
 
İfadelerimi mübalağalı bulanlar olabilir, onları hiç yadırgayamam. Ancak, bir tecrübemi paylaşmak isterim. Sanırım ilk çocuğumuzu ilk defa ultrasonda görmüştük. Doktor hanım çocuğun gelişimini, gerçekte ise var edilişini anlatıyordu. Aşama aşama neler olduğunu söylerken, birden gözyaşlarımı tutamamıştım. Doktor ve eşim bunu baba olmanın hissiyatına bağlamışlardı. Hâlbuki ben yeni bir insanın, çocuğumuzun hiç yoktan var edilişini düşünmüş ve gözyaşlarımı kontrol edememiştim. Daha da ötesi, tıpkı bu bebeğimiz gibi İslam âlemi ve milletimizin yaratılışı hatta dirilişinin Allah’ın (cc) kudretiyle olduğunu düşünmüş, gözyaşlarıma engel olamamıştım.
 
Evet, saygıdeğer dostlar, var edecek olan Allah (cc) olunca, benim mecazlarım ve ifadelerim de kesinlikle mübalağa içermiyor. Ol deyince olduran bir Yaratıcının (cc) olağan tasarruflarını olabildiğince basit ve olağan anlatmaya çabalıyorum. O (cc) şifa saatlerini yarattığında o zamanın ne erkene alınmasına ne de geciktirilmesine kimsenin gücü yetmeyecektir.
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir