MÜŞTEHİR KARAKAYA
Bizim Öyle Kirli Ellerimiz Yoktu
bizim öyle
güneşe çalan bir yanımız yoktu
beyaz bir ata binip gitmişti yaz
içimizde lavlara batmış bir ordu
gözümüzden ise damlayan suydu
serin bir ırmaktı yıkandığımız
derdimiz çok soğuk, üşütüyordu
dağ gibi bir yüktü omuzlarımız
buzdan bir ayaz
bizim öyle
geceden bir ay’ımız yoktu
yıldızlar sönüktü, buruşuyorduk
hangi yöne döndük bahtımız kara
kırık bir aynadan bakışıyorduk
deli deli coşup ağlaşaraktan
bam teline değip koptuk gizliden
yakamızda oynaşan gölgeler ifrit
koyu, kopkoyuydu alnımız böyle
iplikti içimizde bembeyaz
bizim öyle
yağız bir atımız yoktu
yeleleri al, tırıs ve rahvan
bir bilsen gam kervanı aktı pınarımızdan
hafif meltem değdi güz yaprağına
hem susuz hem yorgun bedenlerimiz
geçemedi yalınayak el çöllerinden
ah ile dolarak yakarak bizi
gözler kalem oldu
dedi bizi yaz
bizim öyle
verilecek bir cevherimiz yoktu
solan ruhlarımız değdi titrek parmaklarımıza
bir ırmaktı aktı bin yıl saçlarımızdan
ne çok mücevherdi bu taşlar bize
ne çok gizimizde kurumuş yaprak
zebercetten asa dikseydik eğer
ışıldar mıydı böyle gönül hanemiz
titreşen mukarrer günahlarımız
inletti ney gibi bülbül avazı
sağaltmaz yaremiz
ne şarkı ne saz
bizim öyle
yeşil bir baharımız yoktu
dallarımız kırıktı hazan sarısı
ince bir rüzgar sallıyordu öykümüzü
güzdür, üşüyorduk namluydu gözlerimiz
ne hoş bir şiir vurdu içerimize
inciler toplarken avuçlarımız
kasım saçlarını yolmuş acuze
yıkadık ışıkla kiri ve pası
son güneşi de süpürdü eteklerimiz
dışımızda feleğin kara gölgesi
içimizi yıkadık
kar gibi beyaz
bizim öyle kirli ellerimiz yoktu
felek sen yıkadın karaya çaldın
21 Kasım 2009, Cumartesi
-içimizdeki kırık anıların
gözlerimize vurduğu an olarak hatırlamalıyım–