"Bu ne vecd böyle azizim! Gören de hesap değil, zikir ile meşgul zanneder!" dedi tebessüm ederek.
Yerimden kalkıp dostumla musafahalaştım. Hal hatır sormalar, ordan burdan konuşmalar, ikram ve teşrifattan sonra:
"Yüzünü gören hacı olur; hangi rüzgâr attı seni buralara!" dedim.
"Ne yalan söyleyeyim, özellikle seni ziyaret için gelmedim. Yukarıdaki Sağlık Ocağı'na aşı olmaya gitmiştim. Dönüşte, senin burada olduğunu hatırladım, 'epeydir görüşmedik, bir selam vereyim' dedim.
"Geçmiş olsun! Hayırdır inşallah! Ne aşısı bu? Benim bildiğim, bu yıl ‘kuş’ ya da ‘domuz’ türünden yeni bir grip salgını yok! Bakanlık da böyle bir duyuru yapmadı! Baksana işler kesat, gelen giden yok! Yoksa benim bilmediğim yeni bir müjde mi veriyorsun, daha buralara ulaşmayan bir salgın mı var?" dedim.
"Hem de ne ‘salgın’ azizim! Şimdiden insanları kırmaya başladı bile! Yakında tek tek dökülürler kapına… Ama sana bir faydası olur mu bunun, onu bilemem!" dedi müphem ve biraz da espri içeren bir ifadeyle.
"Eskiden beri huyundur senin; bir şey anlatmak için, lafı döndürür dolaştırır, insanı merakta hep bırakırsın" dedim.
"Ne yapayım birader! Sen böyle ev ile iş arasında mekik dokur, kendi kabuğuna çekilir, başını kitapların arasına gömer, toplumda olup bitenden habersiz olursan, bana da bunun zevkini çıkarmak düşer. Öyle var mı 'üç kuruşa beş köfte'; biraz da merak et!"
Dostum bir müddet daha benimle eğlenmenin keyfini çıkardı, gülüştük; ama sonunda ağzında ıslattığı o baklayı çıkardı:
"Ah dostum, sen de amma safmışsın! Hâlâ anlamadın mı? Bak seçim sath-ı mailine girdik, adaylık süreci başladı; 'siyaset virüsü' yeniden zuhur etti. Hem bu seferki ıslah edilmez türden; öyle bir mutasyon geçirmiş ki, bilim adamları hâlâ tam bir teşhis koyamamışlar. Şimdiden insanları kırmaya başladı bile; hergün birilerinin yakalandığı, kırılıp meydanlara döküldüğü haberleri geliyor. Böyle giderse hastaneler bunun altından kalkamayacak, şehir merkezlerinde sahra hastaneleri kurulacak. Bir doktor arkadaşım uyardıydı: 'fazla ortalıkta dolaşma ve bulursan, geçen dönemin aşısı bile olsa, bir aşı yap, nispeten faydası olur!' diye. Ürktüm doğrusu; hemen gidip bir aşı bulup yaptırdım."
"Hem nasıl ürkmeyeyim dostum! Geçen dönemlerde bu virüse yakalananları düşündükçe tüylerim ürperdi, şimdiden yakalanmış gibi bir psikolojiye kapıldım; bak, korkudan yüzüm vücudum dökmeye başladı bile! Kaldı ki, bu kez görülen çok daha amansızıymış! Hemen internetin başına geçtim, başladım Google'da taratmaya: Neler de neler… Tüylerim diken diken oldu vallahi… "
Öyle bir virüsmüş ki bu meret, beynin santral sistemine yerleşir, bütün kumandayı ele alır ve başlar size hükmetmeye! Görünüşte bir ağrınız, sızınız ya da ateşiniz yok hatta kendinizi mutlu ve heyecanlı da hissediyorsunuz ama, bambaşka bir insan olup çıkıyorsunuz. Mesela; kanınıza öyle bir hormon salgılar ki; yüreğiniz bir anda insanlık sevgisi, sıla-yı rahim hisleri, uzak ya da yakın olsun, dost ahbap özlemi ile yanıp tutuşur, gece gündüz demeden, başlarsınız yollara düşmeye; sokak bucak, il ilçe, dernek kahve, düğün taziye, insanları ziyaret etmeye…
Tanıdık, tanımadık hatta geçmişte nefret ettiğiniz, uzak kaçtığınız bütün yüzler, bir anda, size sevimli görünmeye başlar; hepsine el sallar, selam verir, kucaklar, gülücükler dağıtır ve herbirinin dert ortağı, iş, aş danışmanı, sorun çözücüsü olur çıkarsınız. Hani otogarlarda ya da alış veriş merkezlerinde, elinizde çantalar ya da poşetler ile yürürken, hemen yanıbaşınızda biten yardımsever(!) çocuklar ya da hamallar olur ya; yapışırlar elinize, ısrarla yükünüzü taşımak isterler, onun gibi bir şey…
Bunları izlediğimde zihnimden ne geçiyor biliyor musun azizim? Hani karikatürlerde olur ya, adamın başının üstünde asılı bir balon durur ve içinde zihninden geçenler yazılır, onun gibi, benim de başımın üzerinde şişen baloncukta şunlar yazılı; 'keşke, memlekette hep böyle insanlar olsaydı… Kavga, terör, yoksulluk, işsizlik, bunların hiçbiri kalmazdı. Özlemini duyduğumuz asr-ı saadet’ten günümüze yansıyan sahneler sanki…’’
Ama ya sonrası; ya hakikat? Arkasından ne travmalar yaşatır insana, toplumda ne hale sokar insanı, bilir misin azizim! Vallahi acımak lazım bunlara! Çünkü normal halleri bu değil; bu halleri sadece hastalık belirtileri… Hani cimri adamın biri, bir barda, içer içer, sarhoş olur da, sarhoşluğun verdiği bir şuursuzlukla cömertliği tutar, masasında, çevresinde, tanıdık tanımadık her kese içki ısmarlar, ikramda bulunur, cebindeki bütün parasını tüketir ama ertesi gün ayıldığında, nasıl bir şok yaşıyorsa, onun gibi bir şey bu da! Bu adama acımak lazım gelmez mi? Çünkü onun normal ve tabii hali cimri olmasıydı; cömertlik onun sırtında bir yük, bir kambur olur; ona eziyet ve sıkıntı yaşatır.
"Öyle değil mi azizim? Yanlış mı söylüyorum; sen neden susuyorsun?" dedi bana ama, daha benim bir şey söylememe fırsat vermeden konuşmaya devam etti:
"Öyle bir virüs ki, insanın sinirlerini yok ediyor, bütün duygu ve hislerini tekleştiriyor, adeta sinirleri alınmış, uzuvları kaskatı kesilmiş bir varlığa dönüşüyorsunuz: seçim çalışmaları için bir kahveye gittiniz diyelim. Söz sırasında, densizin biri kalktı size hakaret ve küfürler saydırdı. Normal zamanınızda olsa, bir ok gibi yerinizden fırlar, alnının ortasına bir yumruk indirir, ağzınıza geleni sayar ve utanmaza haddini bildirirdiniz. Ama gel gör ki şimdi bunu yapamıyorsunuz, adamın yüzüne güler, alttan alır, yumuşatmaya çalışırsınız; aslında hamur gibi yumuşayan siz olmuşsunuz. Ayrıldığınızda da öncelikle onun elini sıkar ve kucaklarsınız.
Hiç böyle bir şey olur mu dostum! Benim bildiğim, sevmek ve hoşgörü duygusu kadar, nefret duygusu da önemlidir insanda. Yeri geldiğinde bu duyguyu kullanmak, en asil, en onurlu bir davranış olur insan için. Ama bu virüse yakalandınız mı bunu yapamazsınız, muhatabınıza yapamadığınız için de bu duygu geri döner sizi kahreder, zelil kılar. Ne kadar tehlikeli görüyor musun?"
Ben biraz soluklansın diye, araya girerek; "çayınız soğudu!" dedimse de, o, eline aldığı bardaktan sadece bir yudum aldı ve heyecanla kaldığı yerden devam etti:
Daha ne gariplikler yaşatır insana; saysam bitmez…
Mesela; bir bakmışsınız, yüreğinizde müthiş bir vatan sevdası ateşi tutuşmuş, kanınız Fırat nehri gibi çoşmuş damarlarınızı şişiriyor, yerinizde duramıyorsunuz! Ülkenin bütün meseleleri, akşam eve ekmek, aş götürmek kadar endişeniz olmuş, her gittiğiniz yerde onu konuşuyor, gece uyurken rüyasını görmeye başlıyorsunuz. Bir anda, ekonomiden sorumlu bakan oluyor, ülkenin ekonomik gidişatını yönlendiriyorsunuz; dışişleri bakanı oluyor, ülkenin dış politikadaki gidişâtına yön veriyorsunuz; iç güvenlikten sorumlu bakan oluyor, çözüm sürecini tamamlıyorsunuz; aileden ve sosyal meselelerden sorumlu bakan oluyor, ülkeye huzur ve refah getiriyor, bir bir sorunları çözüyorsunuz.
Her meselede her soruya cevap veriyor, yorumda bulunuyor, her uzvunda bir hüner olan 'Hezarfen efendi' olup çıkıyorsunuz. Yine, garip bir şekilde, daha önceleri hiç alaka duymadığınız halde, sanat, kültür, spor, konferans gibi etkinliklere karşı sizde amansız bir istek ve teveccüh oluşur, hiç birini kaçırmamaya çalışır, kritiğini yapar ve bu etkinliklerin ülkeye ve millete ne denli yarar sağladığından dem vurmaya başlarsınız. Görüyor musun dostum! Kişiyi ne hallere sokuyor ve ne ağır sorumluluklar yüklüyor omuzuna! Değil bir insana, bir yük katırına bile yükleseniz, taşımakta zorlanır, bunca yükü, sorumluluğu. Halbuki arkanızdan insanların nasıl sizinle dalga geçtiğini, espri ve fıkraların konusu olduğunuzu görmüyorsunuz. Ne acı değil mi dostum?
Bir de, insana yaşattığı en büyük travma nedir, biliyor musun? Aynı sofrada yemek yediğin, aynı sohbet halkasında bulunduğun kırk yıllık dostunu, siyasette rakibin diye hasım görmeye başlıyorsun bir anda. Mesela diğer hastalıklarda bir hasta dayanışması, dert ortaklığı var; dernek, vakıf ve kulüpleri var; diyabet vakfı gibi. Bunda, aksine, herkes birbirinden cüzzamlı gibi kaçıyor. Kazara biri bir ortama girse, öbürü, ya huzursuz olur ya da oradan kaçmanın yollarını arar. Bu virüs insanın ar damarını da çatlatır doğrusu. Bunlar normal haller değil a dostum! Halbuki bu dünyada, insan için, bir dostan daha değerli ne olabilir ki?
Allah korusun, ne olur olmaz, tedbiri elden bırakmamak lazım.
Bu virüsün diğer virüslerden farkı, en tehlikeli yanı da, kalıcı olması; bir bulaştı mı bir daha kurtulamamanızdır; öyle Hepatit B türünden… Birçok kişinin, ölüm döşeğinde bile gözü açık kalır ve hep Meclis'e dönük olurmuş. Zaten öldüğünde de tabutu önce Meclis'e götürülür, sonra camiye… Kimileri, Kıble yerine, yönünün meclise çevrilmesini bile yeğler.
Öyle değil mi dostum? Bakıyorsun, adam hasbelkader bir ilde Belediye başkanı olmuş, ama bir sonraki seçimde, ya aday gösterilmemiş ya da seçimi kaybetmiş! Aman Allah'ım bir daha o ilde yaşamak mı? Tövbeler olsun! Ne ar! Ne ayıp! Doğru soluğu Ankara'da alır, orada yerleşir; orada yaşar, orada ölür; bir daha o ‘hakir’ ile dönmez, bayram ve taziyelerin dışında… Milletvekili dediğin de öyle… Zannedersiniz Ankara bir kabristan; yeniden seçilmemişlerin ve emekliye ayrılanların, ölü ya da diri gömüldükleri bir kabristan…
Daha neler neler… Insan Ürkmez mi? Valla ben korktum dostum bu virüsten; eski de olsa, gittim, oluverdim aşıyı."
Dostumun korktuğu belliydi…
Kendisine çaktırmadım ama, ne yalan söyleyeyim, ben de söylediklerinden ürkmüştüm. Fakat dönüp gerilere baktığımda, yine de, "Allah memleketi siyasetsiz bırakmasın!" dedim içimden.
17 Şubat 2015 / Asanatlar