Yurt içinden ve yurt dışından birçok ülkeden onlarca şairin katıldığı III. Uluslararası İstanbulensis Şiir Festivali 3 gün sürecek.
Festival Düzenleme Kurulu Başkanı Özcan Ünlü’nün festivalle ilgili açıklaması:
‘Bölünmez ortadoğu/sınır/taşlarıyla…’
Karanlık bir çağ…
İnsanoğlu, insanlığından çıkmış, Ortaçağ ve daha bilemediğim bütün çağların barbarlığından daha berbat, daha alçaltıcı, daha onursuz bir hayat sunuyor çağdaşlarına.
Kendi eliyle yok ediyor insanlığı ve insanlığını…
Şiir ne kadar değiştirebilir insanın kaderini?
Şiir, nasıl dönüştürebilir karanlık çağın dişlileri arasında un-ufak edilen medeniyeti ve insanı?
Şiir, değiştiremese de dünyanın kaderini, insanoğlunun üzerinde yaşadığı halının bir ucunu kaldırmayı başarabilir mi?
Yaşam halısı tam uçuşa geçecekken yetişebilir mi imdadına insanın?
Yapabilir mi bunu?
Bugün, Büyük Usta Nuri Pakdil’e uyup bir kez daha haykırma zamanı:
“İnsan, seni savunuyorum sana karşı!”
Hangi insanı, hangi insana karşı?
Bu cerbezeli çağda olup biten her şeye bir teenni ile ‘eyvallah’ mı diyelim?
Yoksa dünyanın kanayan coğrafyalarına sözden ördüğümüz bir yara bandı gibi şiirlerimizi mi saralım?
Eğer çağından sorumlu olduğuna inanıyorsa şair, çağının hesabını verecek yetkinliğe nasıl ulaşacak?
Ve “bir akımdır geçen yüreğimden/ en uzaktaki müslümanın yüreğine” diyebilecek gücü ve yüzü bulabilecek miyiz kendimizde?
Nuri Pakdil, ‘İstanbulensis’in onur konuğu, yüce gönüllü adam…
İnsan acılarının merkezi olarak boşuna görmez yaşadığı coğrafyayı. Çünkü bu coğrafyadan başlayarak helezonik daire gibi yayılır acı katman katman bütün yeryüzüne:
“Evreni bir ev yapan bir düşüncenin çevresinde toplandılar ortadoğu oğulları” der ve devam eder:
“Bölünmez ortadoğu/sınır/taşlarıyla/ Tûr dağını yaşa/ Ki bilesin nerde Kudüs/ Ben Kudüs’ü kol saatı gibi taşıyorum.”
Kolunda taşır Kudüs zincirini. İsterse gösterir tüm insanlığa…
Sultanbeyli Belediye Başkanlığı’nın, inanarak ve büyüyen bir destekle daha geniş coğrafyalara yayılmasını sağladığı “İstanbulensis”, bu yıl mazlum coğrafyalara uzandı.
Şairler, bütün acılı coğrafyaların bir ayna gibi yüzünü döndüğü İstanbul’da yeniden dillendirsin diye dizeleriyle umutları…
Günlük hayatlarımız içinde zihnimize takılmaktan, aklımıza geldiğinde iç çekmekten öte geçmeyen insanlığın acılarına dikkat kesilmek için bir büyük kucaklaşma daha gerçekleştiriyoruz.
Zorbalığa, karasiyasaya, emek sömürücülerine, her türlü emperyalizme ve faşizme karşı yiğitçe bir duruş olsun istiyoruz şiirlerimiz…
Tıpkı Nizar Kabbani’nin yüreğinden çıkıp bütün acılı kalplere işlediği gibi sarssın dünyanın inatçı umursamazlığını…
“Dostlarım
Başkaldırmıyorsa, nedir ki şiir?
Azgınları ve azışları devirmiyorsa, nedir ki şiir?
Zamanda ve mekânda
Sarsıntı yapmıyorsa, nedir ki şiir?
Kisra Nuşirevan’ın başındaki tacı
Yere çalmıyorsa, nedir ki şiir?
Dostlarım!
Hakiki şiir sizsiniz.
Gülmenin de ehemmiyeti yok
Surat asmanın da
Sultana öfkelenmenin de
Siz benim sultanlarımsınız
Sizden şeref, kuvvet, kudret istiyorum
Tuz ve taş üstünde uyuyan şehirlerde
Şiirlerim yasak.
Şiirlerim yasak,
Çünkü insana
Sevginin ve medeniyetin
Kokusunu taşıyor
Şiirlerim reddedildi,
Çünkü her beyti muştu taşıyor
Dostlarım!
Sizi bekletmekteyim hâlâ
Kıvılcımı tutuşturmak için…”
Kaybettiğimizi düşünenler bilsin ki, şair kaybetmez; şiir de… Bu mağduriyet “ezelî” değildir.
Bazen “coğrafî kader, siyasî kader, biyolojik kader” belirler hayatlarımızı. Bir yaralı kalp olan Cemil Meriç’in de dediği gibi, hayatımız bir bozgunlar silsilesi olabilir. Hiçbir kavgamız zaferle taçlanmamış olabilir ama “Tarihi yaratan mağlûplar, bir ülkeyi onlar ebedîleştirir.”
Şimdi, şiirin vakti…
Çünkü şiir umuttur.
Çünkü şiir merhemdir.
Çünkü şiir hayattır.
Çünkü şiir gerçektir.
Öyleyse, şimdi, tam da burada duralım ve var gücümüzle haykıralım bir kez daha:
“Zalimler için yaşasın cehennem!”