HAYRETTİN TAYLAN
Gözyaşın Hiroşima’ydı Şehrinaz
-Adın bir adaydı, bense kara, bahtı kara, yüreği kara, vuslatı karaydım. Issız, isimsiz, bensiz, hatta sensiz bir adaydın. Issız, isimsiz, bensiz bir adaya düşerken yanında alman gereken üç şey de yoktu. Yokların ve çokların vardı. Hiçliğin felsefe taşını eritiyordum. Boşlarınla gitmiştin. Hoşların bendeydi, bense sensizliğin boşluğundaydım.
-Şifre burada başlıyordu. Beni bekliyordun; ama Yunus gibi beni. Seni seven, seni hisseden, sana ilk gelen o içtensi, masum, meleksi, mert, sadık, mistik, zeki beni istiyordun. Oysa ben de binmiştim bir günah gemisine. Beni de Yunus gibi attılar. Ben de atıldım. Atılışım Yunus’a benzer. Peygamberimsi değilim üstelik. Üstelik beni karnından gerçek aşkın kıyısına taşıyacak “yunus” da yoktu.
-Mistik menkıbem yoktu. Sadece damla denizindeydim. Sense, merhemsi, Meryemsi duruşunla gelişimi bekliyor gibiydin. Beklemek deniz oluyordu, damlalarınsa içimde “Hiroşima “. Yüzyılın, bilinmeyen yüzü gibi tanımsız, sensiz, paramparçaydım Şehrinaz.
Ateşin denizindeydim, etrafımda alevler, içimin sıcaklarında şeytanların haz partisi. Perilerin an be anlarında nefsin kilidini kıran zamanlar vardı.
Vuslat arzusunun şerbetinden içeyim diye katıldım, sensiz katlanılması zor bir aşka.
-Gönülden vicdana yağdı gözyaşın. Vicdanımın ıslanması imkânsız merkezleri ıslandı.
Ay ‘sel düşlerimden geçtim nazlılığın can yakarken. Dile mestane sözcüklerle katıldım sensizlik panayırına. Beni aşka pervane yapan yapısalcı alışmanın devrinde döndü devir nazariyesi.
-Aşkın billahını yaşarken bekasını görmedi semam. Fikre yıldız olmuş olgunun içinden açıldım hayrının diline.
Gönlümün arması yok bu aşkın yalnızlık ülkesinde. Yalnız olanın ülkesi olmaz. Yalnızlık yarı özgürlüktür. Ruhunu, sevgisini, algısını, sevdasını yönetecek iki özel arasındadır. Gidenle gelen arasındadır aşk yurdu. Yalnızlığın aşk yurdunu ucu iki yanı keskin bıçak gibi. Yalnızı her gece keserken, geleni bir kez, gideni çok kez keser düşlerle, hayallerle, kinlerle, pişmanlıklarla.
Gönülden yüreğe çekildi ay. Ay yüzünün aşk yüzü serildi geceye. Histen, sisten, nefesten geçti ömr-ü mutasal…
Âb-ı hayatın mecazlarına eklendi telmihler. Tenasüplerimiz andı bizi. Manaca yakındık bu yüzden hep tenasüplerim aktı gönlünde.
-Bir nidanın ilk harfinde kalan son sözün vardı. Tekrirlerle vurmuştun gönlümdeki şiirin tümünü…
-Şimdi gidiyorum mutlu musun?
-Şimdi gidiyorum mutlu musun?
-Şimdi gidiyorum mutlu musun?
-Şimdi gidiyorum mutlu musun?
Gülistan yanıyor, ben güllerin akan külleri arasında soruna cevap verecek mecazlara sığınıyorum. Oysa hicazca bir hüzün sarmıştı. Beni ölümcül bir anın ekseninde bırakmıştın.
-Bir anda Güney Kutup oluvermiştim. Kıyıma vuran bir gemi gibiydin. Bense ne oluyor, ömrüm, aşkım, sızım, her şeyim, her anım, her nefsim olan sen yoktun. Öylece kıyıya çarpmış gem gemisini izleyen sevimli penguenler gibi izliyordum, gözyaşlarını sile sile, arkana baka baka… Gitmek zorundalığın adımlarında eriye eriye halimi merak ediyordun.
-Sen onları yaşarken, peşinde ağlamamı bekliyordun.
Ayrılık zehirdir. Dozu ayrıldığın kişi ve olay belirler. Zehirlenmiştim. Üstelik dünyanın en büyük zehriydi, gözü yaşlı gidişini izlemek. Üstelik pişmanlığımın uydusunu fırlatan vicdani sözlerle, üstelik hiç gitmek istemiyorcasına attığın adımlar, bütün ilklerin, feda ettiklerin, nefesin, nefsin, her şeyin yakama yapıştı. Nutkum tutulmuştu, nefesim tutulmuştu, ağlayacak mecalim yoktu. Celalini istedim, cemalini istedim, hüsnünü istedim, ömrünü istedim o an yoktu. Sen daha iyiydin, ağlıyor ve gidiyordun, bense ölümü bile öldüren anların içinde içimdeki acılarla orada kalmıştım.
-Savaşta odalarına düşen bombadan bebeğini kucaklayıp üstüne abanan anne gibiydim. Öyle içgüdüsel, öyle derin sevgiyle sarılıp aman zarar gelmesin diye bende gidişine öyle abanmıştım.
-Bir ömür evladı olsun diye çabalayan bir annenin askerdeyken şehit düşen evladının cesedine sarılışı gibiydi. Dünyası, umudu, ruhu, her şeyi yoktu. O , anda onun akan gözyaşları gibiyim, onun acısını ıslatan anın dili gibiyim, beni sen anlamazsın cançiçeğim…
*Gözleri önünde annesi-babası kurşuna dizilen bir genç kızın melodramındaki erken, ergen düşüşler gibiydim. Hangi erkeği tanısa, sevse, anne-babasını kurşunlayan bir cani gibi gözükürdü. İşte bende kim gitse sen sanıyorum, kim ağlasa sen sanıyorum, kim gitmek zorunda olsa sen sanıyorum. Öylece eriyor, öylece bekliyor, öylece yaşlanıyorum sensiz Şehrinaz.
Gözlerimde birikmiş nemler vardı. H’içime kadar ıslanmış yüzlerce acıklı sonun öyküsü gibiydim.
– “Ve seninle ilgili her şey hâlâ söylenmemiş olarak duruyor.“
Zehir dolu bir ana akmıştım. Ağlasam neyi ıslatacaktım ki? Sen güleç bir maziyken acılarımı ıslatmak neyin ölçüsü olacaktı ki? Doyumu ve soyu olmayan anların dilinde sussam neye çare olurdu ki?
Hüzünistana döndü seyri sefirliğim. Islanmış bir aşkın ortasında gülmeyen zamanın ta kendisi olmuştum. Sen gitmek için yaratılmışsın.
Bense, yüreği tanınmaz, aklı serilmez, vicdanı delinmez bir aziz olarak sularına teslim oldum.
-Kanadıma taktığım bülbülle geldim güllerine. Dikenlerin kırıktı. Tutunacak, yuva yapacak bir yer ve yar değildin. Can kırıkların, cam kırıkların, an kırıklarının ortasında yaralı bir ceylan gibi benden kaçarak kendi yalnızlığına gidiyordun.
-Seni andıkça ciğerim eriyordu, cümlelerim seriliyordu.
Garip bir vakanın ateşinde kendime ders veriyordum. Hakkın takdirinden senin teşekkürüne gelmiş ilim ehliydim. Dersim, yeni başlıyordu. Bu ayrılık çok ders yakar. Bu ayrılık çok dersi ders yapar. Bu ayrılık, çok ben’i, benliğe aşılar, ben eder, sen eder, aşk-ı cevaz eyler.
Meylim hayfına değmemeliydi. Keşkelerimi kesen, amalarım olmalıydı. Şimdi belkilerin en uzun destanında kahramanım. Çare olmasan da beklilerim uzayıp gidiyor.
-Meşakkatim ayrılık, sen, ben değil. Meşakkatim sensiz kalan takatimdir.
“Herkesin bir gideni vardır.
İçinden bir türlü uğurlayamadığı…”
Uğurlayamadım seni. Beklemektir asıl protesto. Gidememektir asıl eylem. Kalakalmaktır, asıl isyan. İşte öylece ağlayıp arkana baka baka bıraktığın Hiroşima’nın aşk parçasıyım. Kalan tek…