SÜNDÜS ARSLAN AKÇA
Gamzeme Düşen Leke
Biraz kendimden çokça bizden dem vurma zamanı…
Kadın olmanın asil elbisesini takıp üzerime şöyle ortalığı bir toza dumana katmak istiyorum. Ebemkuşağından renklerin içinde raks ediyor ruhum. Kabına sığmaz duyguların şımarık çocuğu çıkıyor içimden. Kırlarda kanatlarını nazenin çırpan bir kelebek edası ile…
İnciten rüzgâra bile kafa tutan ilk aşkının gözlerine sığınarak özgürlüğünün keyfini çıkarıyor.
Sonrası sarıp sarmalayan yüreğine yaslanmak ne güzeldir aşkın. Kendini kırların en güzeli en kıymetlisi gibi hissedersin yanında. Etrafında bitmek isteyen bütün ayrık otlarına asla insafı olmaz. Ah aşkın en güzel kokusu babam, kız çocuğu olmanın en ihtişamlı yeriydi kolların…
Biraz kendimden çokça bizden dem vurma zamanı…
Böyle başlamak hayata ve büyüdükçe ayrışmanın basamaklarını çıkmanın zorluğunu görmek… Büyümenin zorlu seferi her basamakta bir yaprağımızı daha geride bırakıyordu. Her ileriye doğru hamlenizde kadın kimliğiniz sizi geriye doğru çekiyordu.
Sevimlilik çağınız uçup gitmişti çoktan. Oysa gülücüklerin çukurlaştırdığı gamzelerinde ne çok beklentiler yuvalanmıştı.
Hatırlıyorum çocuk yaşta annemin ellerime tutuşturduğu etamin parçasını. Hani kız çocuğuydum geçmişti çoktan oyun çağım, yapılacak çeyiz, görülecek ev işleri vardı artık.
O etamin parçasını bir duvarın çukuruna sıkıştırıp evin arkasında saatlerce yedi kiremit, çelik çomak oynadığım günleri de hatırlıyorum. Ve ardından suçüstü yakalandığımı… Suçtu o zamanlar 10 yaşında bir kız çocuğunun oyunları. Öyle belletmişti anası, atası anneme. Doğrusunu o sanıyordu masumdu o da…
Biraz kendimden çokça bizden dem vurma zamanı…
Büyüdük çocuk olmadan, şanslıydım belki nicesine göre en azından çocuk anneler olmamıştık biz. Ya da ‘’satılık’’ ibaresi iliştirilmemişti yakamıza. Ankara’nın görev yaptığım bir köyünde kız çocuklarını verdikleri zaman kullandıkları tabir buydu.
Kızımı sattım, diyorlardı.
Erzurum’da da kardeş sayısını sorduğum öğrencim, kızları saymamıştı. Daha niceleri ile karşılaşıyorsun yaşadıkça.
Karşılaştığın nezaketten uzak, kadını satılık gören bu söylemler ruhunu incitiyor, içten içe büyüyen bir kızgınlığınız kafa tutmaya başlıyor. Her şeye karşı hoş olmasa da karşı cinse diş bilemeye bile başlıyorsunuz.
Sonra kafanıza takılıyor, bu muydu kadının hak ettiği? Anaydı, yardı, evlattı, candı. Uğruna canını verendi. Oturup karıştırıyorsunuz kitapları; İslam’ın kadına verdiği değere bakıyorsunuz ve de Türklerdeki yerine.
Sahi toplumun kadına reva gördüğünün büyük çoğunluğu yoktu, ne geçmişimizde ne de dinimizde.
Biz bu hale ne ara geldik de kadını -hani o gelincik çiçeği kadar narin- dediğimiz nazenin varlıkları bedenen ve de ruhen kaldıramayacağı yüklerin altına soktuk? Ve en önemlisi uzun yıllar kadını Kur-an’ın ‘’oku’’ emrinden mahrum kıldık. Yoksa ilim yapan kadın itaatte kusur mu edecekti?
Oysa şiirde berceste, çiçeklerden gelincikti kadın kalsaydı adı…
Biraz kendimden çokça bizden dem vurma zamanı…
Güzel günler hayali kurmaya çalışıyorum. Gönül bahçelerinde göz göze bakışmayı, omuz omuza yaslanmayı… Hal dili ile konuşmayı ve halimden anlaşılmayı düşlüyorum. Ve kalplerimize üflenmiş aşka sarınıp ömrü paylaşmayı hayal ediyorum.
Zordu biliyorum siz cephesinden baktığımızda anlamak kadını. İçinden yaşayıp son söylediğine bürünüp karşınıza çıkınca kafalarınız karışıyordu.
Hani kadını anlamanın yollarını anlatan çokça kalın bir kitap vardı. Kapağını açmaktan bile korktuğunuz. Açsaydınız şayet bütün sayfalarında aynı kelime vardı: Sevgi.
Sevgiyle Kalın…