MEHMET BAŞ
Seviyorsan El Salla
“Seviyorsan el salla” yazısını ilk kez bir köy minibüsünün arkasında okumuştum. Kalpli bir çıkartma ve yanında seviyorsan el salla yazısı yan yanaydı. Zaten ülkemizin genelinde minibüs ve kamyon yazıları seyyar bir felsefe kitabı gibi yolları aşındırıp duruyor. Halkımızın dünya görüşünü anlamak isteyenler için buralar gerçekten bulunmaz bir kaynak. Şimdiler de aforizma diye yazılıp çizilenlerin çoğu yıllar önce bu yoğun duygu ve düşünce cevherinden kaynayarak kamyoncuların elinde doğmuş halkımızı aydınlatacak bir ışık olmuştur.
Konu açılmışken bu yazılardan birkaç örnek verelim ; “Sadaka verdim gençliğimi dilenci yollara”, “Azrail bile ayağına gelecekse sen neyin tribindesin”, “neskafe bile üçü bir arada ben hala yalnızım”, “adımı avucuna yaz beni hatırladıkça avucunu yalarsın”, ”çok tatlı olabilirsin ama ben şeker hastasıyım”, “beni takip etme güzelim ben de yanlış yoldayım”, “sana gelmediğim gün sanayiye gittiğim gündür gülüm”.
Esas konumuz olan Seviyorsan El Salla’ya yeniden döndüğümüzde şunu anlıyoruz ki, Anadolu insanı sevgisini pek belli edemez. Utanır söyleyemez. Fakat kendisini sevenlerden de bir işaret bekler. Belki de bir el işareti bir bakış bunu anlatmaya yeter. Hatta bazı durumlarda sevgisini ters davranarak somurtarak küserek ve laf sokarak ifade edenlere bile rastlamak mümkündür. Bu da bize özel bir iletişim modeli olarak gerçekten incelenmeye değer. Fakat sevdiğini belli etme konusunda en karmaşık duygulara sahip olan varlık yine de insandır. Bir kedinin bir köpeğin tepkisi açık ve netken insanlar bu konuda kendilerini bile kandıracak kadar ileri gidebilirler.
İşin esprisi bir yana, gerçekten son yıllarda sevgisini gizleyen nefretini ise açığa vuran bir topluma döndük. Sevgi ile çözülecek çoğu meseleyi düşmanlık ve niza ile çözmeye çalışıyoruz. Aslında sevgi ile olaylara yaklaşmak bir taşı dağdan yuvarlamak kadar kolay. Nefret yolu ise tam tersine bir taşı dağa doğru çıkarmak kadar zor. Fakat şeytanın ve nefsin telkinleri insanları zor olana doğru itekliyor. Nefret ve düşmanlık daha maliyetli daha külfetlidir. Sevginin açtığı kapıyı nefret açamaz. Sevgi aynı zamanda güveni getireceği için kalplerde bir teskin bir inşirah bir selamet oluşur. Nefrette ise daima bir korku bir geri çekilme ve negatif enerji vardır. Bu da insanı için için tüketen bir kanser gibidir. Kısaca sevgi inşa eder nefret yıkar. Sevgi güneşi doğduğunda nefret bir kardan adam gibi erimeye mahkûmdur.
Aslında dünya hayatı kin ile nefretle ömür tüketecek kadar çok değildir. Bir sineğin kanat vızıltısı kadar çabuk geçer bu dünya. Bir çiçeğin dalına konan arılar kadar telaşlı bir kelebek kadar incedir duygular. Sırtımızda bir mezar taşı ile yürürüz durmadan. Sevgiler ayazda kalmış bir çiçek gibi solar içimizde. Gözyaşlarımız gecenin en ıssız saatinde yalnızlığın simsiyah kanatlarını açtığı en tenha vakitlerde birer birer süzülür yanaklarımızdan. Dünya zavallı bir düşün içinde döner durur. Ve insan kendi rüyasını anlatacak bir dost bir yaren arar.
Bu konuda Hz. Mevlana’nın şu sözü ne kadar güzeldir “Gel birbirimizin kıymetini bilelim çünkü ansızın ayrılacağız birbirimizden”. Evet, biz bu dünyaya gönüller yapmaya mı gönülleri yaralamayı mı geldik. Bizim işimiz “Gönül” denen Kâbe’yi tavaf edip nefis denen şeytanı taşlamak değil mi?
Taşlaşmış kalplerimizden artık sevgi filizleri çıkmaz oldu. İçimizi dolduran hırs bencillik ve kibir bizi sevemeyen bir kalbin esiri etti. İnsanların durmadan aradıkları ve adına mutluluk dedikleri şey aslında katışıksız sevgidir. Evet, sevemeyen bir kalp arızalı bir kalptir. Bu kalbin içine aşk baypas’ı yapılmalı tıkanan sevgi damarları açılmalıdır. Yoksa bu nefret bu kötülükler bir gün hepimizi öldürür.
Evet, şimdi herkes sevdiğine el sallasın. Yarın ya biz ölürüz ya o ölür ya da araya gurbet girer bir daha görüşemeyiz en iyisi vakit varken ve hala yaşıyorken herkes sevdiğine sevgisini bildirsin.