Lunapark

MERVE CAN
Lunapark
 
Hayat görüp görebileceğimiz en büyük lunapark aslında. Herkesi içine alan, asırlardır ayakta duran genç yaşlı herkesin içinde oyun oynadığı devasa bir park. Daha önce hiç benzerine rastlanmamış koca kaydırak misal; bir ömrü kapsıyor. Anne karnında merdivenlerinden çıkıyoruz kaydırağımızın. Doğduğumuz an adımımızı büyük bir heyecanla atıyoruz kaydırağa. Yolculuk başlıyor. Herkes için farklı sürprizler ve maceralar hazırlanmış. Yalnız bu park bizlere daima keyiften çok elem ve sıkıntı veriyor.  Bu oyuncağı gözümüzde çok büyüterek ve fazla şey bekleyerek başlıyoruz serüvene. Kaydırak canımı yakmasın pamuk gibi sarıp sarmalasın, hava hep güneşli olsun hiç yağmur yağmasın, hep istediğim doğrultuda gideyim yolumu hep ben seçeyim, ağlamama hiç izin vermesin hep mutlu olayım, yoluma bilmediğim tanımadığım yabancı cisimler çıkıp da canımı acıtmasın… gibi.
 
Hâlbuki içi boş bir cevizden beklentimiz ne kadar anlamlı olabilir? Cevizi değerli ve lezzetli kılan içindeki meyvesi değil mi? Dışı ne kadar süslü olursa olsun içi boş olduktan sonra ne kadar anlamlı olabilir? Beklentilerimizi ne kadar karşılayabilir?  Bizse hevesimiz ve tamahımızla içi boş dünyayı her seferinde yemeye niyetleniyoruz fakat kırıkları ve keskin kabukları ruhumuza batıyor. Oysa bizim karşılayamayacağı isteklerimiz, veremeyeceği beklentilerimiz var dolu dolu.
 
Sonra büyümeye başlarken yeni bir oyuncak keşfederiz, istemeyerek de olsa hep karşımıza çıkar; çarpışan arabalar. Hayatın tozpembesinin ardındaki diğer renkleri, biz usluca otururken her bir yandan makineli tüfek gibi saydırır çelik sertliğinde. Nereden geldiğimizi şaşırırız. Direksiyon kaburgalarımıza girecek gibi olur, kafamız kafalığa çarpar, bacaklarımızın kemikleri birbirine sürtünür… Üzerine ilaç sıkılmış sineğe döneriz.
 
Uzaklaşmak için direksiyonu olan gücümüzle sağa sola çeviririz, ayaklarımızın altındaki pedallara basarız ne olduğunu ayırt etmeden ama ne yaptığımızın pek de farkında değilizdir. Tam uzaklaştık sanırız bir ‘oh’ çekmeye niyetleniriz ki kafamızı kaldırdığımızda yine aynı pistte olduğumuzu görürüz. Yine dört bir yandan darbeler almaya başlarız. Küçük ya da büyük, kadın ya da erkek hiç fark etmez, herkesin hayat arabasına çarpıp ortalığı darma duman eden dünyanın acımasız renkleri vardır. Herkesin uzaklaşma isteği, herkesin içinden çıkamadığı bir çıkmaz sokağı vardır. Hiçbir mutlulukla izole edemediği.
 
Derken bir odaya girip çıkarız sık sık. İlk kez börek yapan bir kızın fırının kapağını açıp açıp kapaması gibi. Bıkmadan usanmadan girip çıktığımız ayna odasıdır hepimizin. İlk zamanlar hiç değişmeyecekmişiz gibi gelir, gelecek yıllardaki olması beklenen gelişimlere özenilir. Zaman koca bir kaya gibi hantal ve atıldır. O gür sakallar ne zaman çıkacak, ne zaman genç kız olup makyaj yapacağım..kafalarda çılgın sorular. Derken gözlerimizi kapayıp açmışız ki beklenen an gelmiş.
 
Gençliğin alımlı güzelliği bizi de bulmuş, artık kendimizi hastalıklı bir sığıntı gibi hissetmemize sebep yok. Habersizce çullanan, nefesimizi kesen sert darbeler arasında gözlerimizi bir kez daha kapayıp açıyoruz lunaparka cennet kokan yeni nefesler getirmişiz. Çekiciliğimiz biraz sönmüş ama bu eskisi kadar umrumuzda olmamış. Daha mühim meselelere kafa yorar olmuşuz. Yavaş yavaş aktifliğini kaybeden hayatımızda göz kapaklarımızı bir kez daha kapatıp açtığımızda gözaltlarımızı, saçlarımızı yaşlılık virüsü sarmış.’ Ne de çabuk! Jetonumun daha çok uzun sürmesi lazımdı’ diye haykırıyor bazıları. ‘Bu kadar kısa süremezdi!’ haklılardır belki de.
 
İşte, en büyük lunapark! En büyük, en gerçek, en karmaşık… İhtişamlı kapısına girer girmez omuzlarımıza sıkıntı, stres, kaygı, üzüntü çuvallarını koyan bir düzen hayattaki. Her gün artan yük ve kan ter içinde kalmış insanlar. Bunlar gösteriyor ki; aslında buraya ait değiliz. Mıknatısın aynı kutupları gibiyiz. Biz yaklaştıkça bizden uzaklaşıyor. Yaklaştıkça istenmediğimizi anlıyoruz. Buna rağmen tüm varlığımızla dünyaya perestiş ediyoruz. Bunca hercümercin ortasında, bir kez deneseydik parkın sahibinden yardım istemeyi, aslında rahata kavuşacaktık. O demiyor muydu ‘ben sana yetmez miyim’ diye? Yeterdi. Biz yetmemesini istedik. Biz hep yanlış kapıyı çalmaktan salt doğru kapıyı bulamadık. Bizi eriten esefler için tiryakımızı yanlış eczanelerde aradık.
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir