İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına

FURUĞ FERRUHZAD
İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına
 
benim bu
bir yalnız kadın
soğuk mevsimin eşiğinde
yeryüzünün kirli varlığını kavramanın başında
gökyüzünün basit ve kederli ümitsizliğini
ve betonlaşmış bu ellerin kuvvetsizliğini
 
geçti zaman
zaman akıp geçti ve dört kez çaldı saat
dört kez çaldı
aralığın yirmisi bugün
ve ben mevsimlerin sırrını biliyorum
dakikaların sözlerini anlıyorum
mezarında uyumuştur kurtarıcı
ve toprak, misafirperver toprak
dinginliğe bir işarettir
 
akıp geçti zaman ve dört kez çaldı saat
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr…
ve ben sevişmelerini düşünüyorum çiçeklerin
zayıf, kansız saplarıyla goncaları
ve bu hastalıklı, yorgun zamanı…
ıslak ağaçların altından bir adam geçiyor
boynunun mavi damarları
tırmanıyorlar ölü yılanlar gibi iki yandan
yukarıya doğru
allak bullak şakaklarına varınca
tekrarlıyorlar o kanlı heceleri:
“merhaba!”
“merhaba!”
ve ben sevişmelerini düşünüyorum çiçeklerin
 
soğuk mevsimin eşiğinde
ve aynaların acılı buluşmasında
toplantısında, hüzünlü ve uçuk renkli tecrübelerin
suskunluğun bilgisiyle gebe kalmış gün batımında
nasıl dur emri verilebilir
sabırlı,
ağır,
başıboş
yürümekte olan bu adama.
hiç yaşamadığı nasıl denebilir, hiçbir zaman yaşamadığı?
 
sokakta rüzgâr esiyor
yalnızlığın tekil kargaları
uçuyorlar yaşlı ve kasvetli bahçeler üzerinden
ve ah…
merdivenin boyu ne kadar da kısa
 
onlar bir kalbin tüm saflığını kendileriyle götürdüler
masallar sarayına
ve şimdi artık
artık nasıl kalkıp dans edebilir insan?
nasıl dökebilir akan sulara
çocukluğunun saçlarını?
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
nasıl alabilir ayakları altına?
ey sevgili, ey biricik sevgili
ne çok kara bulut var, güneşin konukluğunu bekleyen
uçuşu düşlediğin bir yolda o kuş göründü sanki
sanki yeşil hayali çizgilerdendi
esintinin şehvetiyle soluyan o taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o menekşe renkli alev
lambanın masum tasavvurundan başka bir şey değildi
 
sokakta rüzgâr esiyor
yok oluşun başlangıcıdır bu
ellerinin yok olduğu gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan olma sevgili yıldızlar!
gökyüzünde yalan rüzgârı esmeye başladığında
surelerine nasıl sığınabiliriz yenik peygamberlerin?
bizler binlerce yıllık ölüler gibi karşılaşacağız
ve o zaman güneş yargılayacak
cesetlerimizin çürümüşlüğünü
 
üşüyorum
üşüyorum ve sanırım hiçbir zaman ısınamayacağım
ey sevgili, ey biricik sevgili “ o şarap kaç yıllıkmış meğer?”
bak ve gör, burada zaman ne kadar da ağır
ve balıklar nasıl da çiğniyorlar etlerimi
neden hep deniz dibinde tutuyorsun beni?
 
üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
üşüyorum ve biliyorum ki
yabani bir gelinciğin tüm kızıl evhamından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey kalmayacak yerde
 
çizgileri bırakacağım bir yana
sayıları saymayacağım artık
çıkacağım sınırlı geometrik biçimler arasından
sezgi alanlarının enginliklerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplak, çırılçıplak
sevgi sözleri arasındaki tereddütler kadar çıplağım
ve tüm yaralarım aşktandır benim
aşktan, aşktan, aşktan
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirdim
ve patlayan yanardağlardan
ve parçalanmak: sırrıydı o birleşik varlığın
ki güneşler doğdu zerrelerinden
 
merhaba ey masum gece
merhaba ey çöl kurtlarının bile gözlerini
inancın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
senin derelerinin kıyılarında söğüt ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
düşüncelerin, kelimelerin ve seslerin ilgisiz oldukları bir dünyadan geliyorum
ve bu dünya öyle adamların ayak sesleriyle dolu ki
seni öperlerken bile
asılacağın halatı örer zihinleri
 
merhaba ey masum gece
her zaman bir mesafe var
pencere ile görmek arasında
niçin bakmadım,
bir adam ıslak ağaçların altından geçerken baktığım gibi?
niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığım ve dölün şekillendiği o gece
akasya salkımlarına gelin olduğum o gece
İsfahan’ın mavi çini sesleriyle dolduğu o gece…
ve benim yarım olan kimsenin, dölüme döndüğü o gece
 
aynada görüyordum onu
ayna gibi temizdi ve ışıldıyordu
seslendi bana
ve ben akasya salkımlarının gelini oldum
 
annem o gece ağlamıştı sanırım
nasıl anlamsız bir parıltı belirdi bu küçük pencereden
niçin bakmadım?
biliyorlardı tüm mutluluk anlarını
mahvolacak senin ellerin
ve ben bakmadım
ta ki açılan pencereden dört kez
ötünceye kadar gamlı kanarya
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri simurgların yuvaları gibi boş
salınan kalçalarıyla yürüdü ve götürdü
görkemli düşlerimin kızlığını
kendiyle birlikte, gecenin yatağına
 
acaba yine tarayabilecek miyim saçlarımı rüzgârda?
menekşeler ekebilecek miyim bahçelere yine
ve yine sardunyalar dizebilecek miyim,
pencereler ardındaki gökyüzüne?
acaba dans edebilecek miyim kadehler üzerinde?
kapı zili yine çağıracak mı beni acaba
bir bekleyişe
anneme dedim : “ artık bitti”
“ düşünmeden önce oluyor olanlar,
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz”
boş insan
boş, ama güven dolu
gör bak dişleri nasıl da marş söylüyor
lokmaları çiğnerken
ve nasıl da yırtıyor
gözlerini dikip bakarken
ve ıslak ağaçların altından nasıl da geçiyor:
sabırlı,
ağır,
başıboş.
saat dörtte
boynunum mavi damarları
ölü yılanlar gibi tırmanırken iyi yandan
yukarıya doğru
gelip varınca allak bullak şakaklarında
tam da o an yineliyorlar aynı kanlı heceleri:
“merhaba!”
“merhaba!”
 
sen hiç dört mavi lale kokladın mı acaba?
geçti zaman
zaman akıp geçti ve akasyanın çıplak dallarına düştü gece
ve kaydı pencerenin camları ardından
soğuk diliyle
emdi bütün artıklarını tüketilmiş günün
 
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böylesine bulanmışım kokusuna gecenin
hala taze mezarının toprağı
o iki genç elin mezarını diyorum
 
ne de sevecendin ey sevgili, biricik sevgili
ne de sevecendin yalanlar söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını örterken
ve ince saplarından sökerken avizeleri
ve gecenin karanlığında aşkın ovalarına götürürken beni
bir susuzluk yangınından çıkan baş döndürücü o buğu
uykunun çimenlerine uzanıncaya dek…
 
ve kâğıttan olma o yıldızlar
dönüp dururlardı sonsuzluğun ekseninde
niçin sözü sesle söylediler?
görüşme’nin evine konuk ettiler bakış’ı niçin?
okşamayı niçin
kızlık saçlarının arına götürdüler?
gör bak, burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayarak dinginlik bulanın canı
nasıl gerilmiştir bak, kuşkular çarmıhına
ve gerçeğin beş harfi olan
parmaklarının dalı
nasıl da iz bırakmıştır onun yanaklarında
 
nedir sessizlik, nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
nedir sessizlik, söylenmemiş sözlerden başka?
ben susuyorum, ama serçelerin dili
doğa şöleninin akan cümlelerin yaşam dilidir
serçelerin dili yani: bahar, yaprak, bahar
serçelerin dili yani: meltem, koku, meltem
ve şimdilerde fabrikalarda ölüyor serçelerin dili
kimdir bu sonsuzluk caddelerinde
bir birlik anına yürüyen
ve her zamanki saatini matematiğin mantığıyla kuran
kimdir bu sabah horozlarının ötüşünü
doğan günün yüreği diye bilmeyip
kahvaltısının hazır olduğunu düşünen
kimdir bu başında aşk tacı ile
gelinlik giysiler içinde çürüyen
 
demek doğmadı sonunda güneş
aynı anda
ikisine birden ümitsiz kutupların
ve mavi çinilerin bedenini dolduran çınlamaları yitip gitti
 
ve ben öylesine doluyum, öylesine doluyum ki
namaz kılıyorlar sesimin üstünde
 
mutlu cenazeler
yaslı cenazeler
sessiz ve düşünceli cenazeler
iyi giyimli, güleç, obur cenazeler
belirli zamanların duraklarında
ve kuşkulu zemininde gelip geçen ışıkların
ve beyhudeliğin çürük meyvelerini satın alma şehvetinde
ah…
kavşaklarda ne çok insan var, merakla olay bekleyen
ve “dur” işareti verilirken ezilmiş olmalı,
olmalı, olmalı, olmalı zamanın tekerlekleri altında
ıslak ağaçların altından geçen adam
 
ben nereden geliyorum?
 
“artık bitti” dedim anneme
“düşünmeden önce oluyor olanlar,
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz”
 
merhaba ey yalnızlığın garipliği
odayı sana teslim ediyorum
karabulutlar her zaman
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir çünkü
ve bir mumun şahitliğinde
parıltılı bir sır var,  onu
o sonuncu ve en uzun alev iyi biliyor
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına
hayal bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere
 
gör bak nasıl da kar yağıyor
belki de hakikat o iki genç eldi, o iki genç el
aralıksız yağan karın altında gömülü olan
ve bir dahaki yılın baharında
pencerenin ardındaki gökyüzü ile seviştiğinde
ve teninden fışkırınca yeşil saplı fıskiyeler
çiçek açacak olan o iki genç eldi hakikat
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına
 
 
Türkçesi: Davut Çakır / Farsça orijinalinden
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir