Bağımsızlığının
25. Yılı ve
Aliya İzzetbegoviç”
Doğu-Batı Arasında Aliya
Kitabı Çıktı
Ömer Erdoğan’ın yayına hazırladığı Doğu-Batı Arasında Aliya kitabı Kaf Yapım yayınlarından çıktı.
“Bosna-Hersek’in Bağımsızlığının 25. Yılı ve Aliya İzzetbegoviç” sempozyumunda sunulan tebliğlerden oluşan kitap hakkında yayınevi editörü Mehmet Erdoğan’ın kitapta yer alan “Takdim” yazısı:
MEHMET ERDOĞAN
Takdim
Bu kitapta yer alan tebliğlerden Aliya İzzetbegoviç’in şahsı üzerinden Balkan coğrafyasındaki dinî uyanışı, varoluş mücadelesini birinci ağızdan öğrenmiş oluyoruz. Bosna-Hersek başta olmak üzere Balkan coğrafyasının hemen her yerinde yüzyıllık zulüm ve baskıların nasıl aşıldığı, dinî hayatın bütün engellemelere rağmen nasıl yaşandığı ve yaşatıldığı bir ibret vesikası olarak anlatılmaktadır.
Balkanlar geçen yüzyılın en özgün diriliş destanını yazdı. Kuşkusuz Aliya İzzetbegoviç, bu destanın başkahramanıdır, ancak asıl kahraman Müslüman Balkan halklarıdır. Müslüman Balkan halkları, zulme karşı direnişin, baskılara karşı pes etmemenin, ötekileştirilmeye karşı öz güvenin, yokluğa karşı fedakârlığın, cehalete karşı bilginin, dünyevîliğe karşı idealin ve bütün bunların yanında tefekkür, hikmet ve asaletin en seçkin örneğini verdiler.
Aliya İzzetbegoviç, örnek mücadelesiyle geçen yüzyıla damgasını vurmuş bir siyaset ve devlet adamıdır. Ayrıca siyasî kimliğinin yanında düşünce adamı kimliğiyle, özellikle Doğu ve Batı Arasında İslâm adlı eseriyle XX. yüzyıl İslâm düşüncesinde önemli bir yere sahiptir.
Osmanlı Devletinin Balkanlardaki dinî, sosyal, kültürel ve ekonomik hayata etkileri kolay kolay yok edilemez niteliktedir. Bosna-Hersek ve Aliya İzzetbegoviç olgusu bunun somut bir göstergesidir. Balkanlarda, tarihten bugüne kendine özgü bir düşünce ve hayat tarzı devam edip gelmektedir. Bunu bölgenin jeopolitik konumuyla açıklamak yeterli değildir. Bölge insanının arada kalmışlık psikolojisi dinî, sosyal, kültürel, ekonomik ve hatta siyasal hayata derinden yansımaktadır. Bu durum, olumsuz sonuçlara zemin hazırladığı gibi çok olumlu gelişmeleri de beslemektedir. Aliya İzzetbegoviç örneğinde bunun olumlu yönünü görmek mümkündür. O, iki dünya arasında kalmadan hem Doğulu gibi hisseden, hem de Batılı gibi düşünen gerçek bir aydındır.
Yugoslavya mahkemelerinde “Ben her zaman ülkemi sevdim ve severim. Fakat otorite söz konusu olunca hiçbir otoriteyi hiçbir zaman sevmem. Otoriteye sadece riayet edebilirim, çünkü ben, bütün sevgimi özgürlüğe adadım.” sözleriyle kendini savunan Aliya İzzetbegoviç, özgürlükçü mücadelesinde kaderci değildir. Mücadelesini inanç ve kararlılıkla sürdürmüş, hedeflerine ulaşmayı başarmıştır. Diğer taraftan modernleşme tarihi boyunca Türk ilim adamı ve sanatçısının yakalayamadığı diyalektik çizgiyi, batılı meslektaşlarından daha ileriye götürmüştür. Bu bağlamda Doğu ve Batı Arasında İslâm tefekkür ürünü bir eserdir. İçinde din, ahlâk, ilim ve sanata dair yeni ve ileri düşünceler vardır.
“Kur’an’ın yegâne hakikî tefsiri hayat olabilir ve bildiğimiz gibi Hz. Muhammed’in hayatı tam buydu.” Burada Kur’an’la hayat arasında kurmuş olduğu bağla geleneksel İslâm düşüncesinden ayrılmaktadır. O, İslâm’a hayatın içinden bakar; yaşayan ve yaşanılan İslâm’ı esas alır. İnanç konularında ise geleneksel düşünceden ayrılmaz. Hatta geleneksel yaklaşım biçimine daha etkili ve felsefî bir yorum getirir.
Bu çerçevede kader konusuna bakışı ilginçtir: “Teslimiyet insanın bir bütün olarak dünyaya ve kendi faaliyetinin neticelerine karşı iç tutumudur. Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların iradesine karşı bağımsızlık demektir. Allah’a itaat insana itaati meneder. Bu, insan ile Allah arasında ve dolayısıyla insan ile insan arasında yeni bir münasebet teşkil etmektedir. Onun için kaderi kabul etmek, kendini en büyük ölçüde hür hissetmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki kaderi yerine getirmekle, onunla ahenk içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insanî ve makul kılan, ona telkin ve huzur damgasını vuran, her şeyin akıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir. (…)
Ey teslimiyet, senin adın İslâm’dır!”
Aliya İzzetbegoviç’in din ve ahlâk anlayışı, doğu ve batı düşüncesini özümsediğini gösterir. Ona göre “İlmin ilerlemesi ne kadar büyük ve göze çarpar olursa olsun, ahlâk ve dini fuzulî ve lüzumsuz kılamaz. Zira ilim, insanlara yaşamalarının ne şekilde olması icap ettiğini öğretmez ve herhangi bir değer ölçüsü göstermez. Din olmasaydı biyolojik hayatı insanî hayatın seviyesine çıkaran bu değerler, meçhul ve anlaşılmaz kalırdı. Çünkü din, daha ulvî bir başka âlemin mahiyeti hakkında ‘bilgi’, ahlâk ise manası hakkında ‘bilgi’dir.” Ayrıca “Ahlâk, isteklere ve davranış kaidelerine tahvil edilmiş dindir ya da başka bir ifadeyle, insanın istekli davranışı veya Allah’ın varlığı gerçeğine uygun bir şekilde diğer insanlara karşı tavrıdır.”
“İnsan, yaptığı değil, her şeyden önce istediği, meylettiği şeydir.”, “Ahlâk istektir, hareket tarzı değil.” veya “Kâmil, günahsız olmak insanî değildir. Bilâkis günah işlemek ve tövbe etmek insana daha yakındır, daha insanîdir.” tarzındaki düşüncelerinde olduğu gibi insana bakışında batılı hümanist/mistik kültürün izleri görülür.
Sanata bakışı varoluşçu felsefeye yakındır. Ancak din, ahlâk ve sanat arasında kurmuş olduğu ilişkiyle hem batılı hem de geleneksel İslâm düşüncesinden ayrılır. “Gerçekten her sanat eseri, ona ait olmadığımız, içinden neşet etmediğimiz, içine ‘atıldığımız’ bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir. Sanat, ‘vatan hasreti’ veya ‘hatırlama’dır.”
“Sanat, dünyaya karşı tabiî bir muhalefet içindedir ve (…) ilme karşıdır. Bu, esas itibarıyla dinî bir muhalefettir. Din, ahlâk ve sanat daha yaratılış fiili ile zuhur eden aynı şecerenin dallarıdır.” İlimle sanatı, âdeta batıyla doğuyu kıyaslar gibi ele alır. Düşünce dünyasında ilim batının aklını, sanat ise doğunun irfan ve hikmetini temsil eder: “Bir sanat eseri daima sanatkârın şahsiyetine bağlıdır. Yaratma olarak, ‘insanın yapıtı’ olarak bir sanat eseri bir ruhun ürünüdür ve bu vasfıyla bölünemez bir fiildir. İlimde ise ilim adamlarının müşterek bir çalışma, bir iş birliği, bir küme çalışması yapmaları mümkündür. Çünkü ilmin konusu teferruattan müteşekkildir ve tahlile, ayırmaya, bölmeye tâbi tutulmaktadır. Bütün ilim, başlangıcından bugüne kadar sırf ilâvelerden -hemen hemen mekanik manada- ibarettir. Hâlbuki sanatta böyle bir şey mümkün değildir.”
“İlim nerede olursa olsun hep aynı, mutabık, hareketsiz ve sabit olan şeyleri keşfeder; sanat ise ‘durmadan yeniden vücuda gelmek’ demektir. Sanayiye (ki tatbik edilen ilim demektir) mahsus olan seridir; hâlbuki sanata mahsus olan orijinaldir.”
“İlim keşfeder, sanat yaratır. İlmin keşfettiği uzak bir yıldızın ışığı, bundan evvel de vardı. Sanatın bizi aniden aydınlatan ışığı ise sanatın kendisi tarafından o anda yaratılmış oluyor. Sanat olmadan o ışık asla meydana gelemez. İlim mevcut olanla uğraşmaktadır; sanat vücuda gelmenin kendisidir.”
“İlim doğruyu ifade eder, sanat ise hakikate uygun olanı.” Dilin ilim ve sanat için değeri üzerine söyledikleri; ilmin sınırları, sanatın niteliği ve dilin gücünü göstermesi açısından önemlidir: “Ne kadar derin ve kompleks olursa olsun ilim, lisanın yetersizliğini hiçbir zaman hissetmemiştir. Sanat ise bilâkis dâhilî, manevî bu temayülü yüzünden daima başka türlü, ‘lisan üstü’ vasıtaları aramıştır. Lisanın kendisi ‘beynin eli’dir, beyin ise bedenî varlığımızın, fâniliğimizin bir parçasıdır. İnsanî tecrübenin devamının vasıtası olan yazı ile birleşen söz, ilmin en güçlü cihazı olmuştur. Çünkü yazı lisana, lisan ise düşünceye uygundur. Her üçü de zekâ kalıbına göre yaratılmış ve aynı zamanda ruhun bir hareketini ifade için tamamen elverişsiz, bunu yapmaktan hemen hemen âcizdir.”
“İlim adamları sadece kendi devrelerine, şairlerse bütün zamanlara aittirler.”
“Sanat bilgi değil, idraktir. Ama akıl ve tahsil vasıtasıyla değil; gönül, sevgi ve ruh sadeliği ile.”
Sevenleri ve halkının “Bilge” dediği Bosna-Hersek’in efsanevî lideri Aliya İzzetbegoviç, gerçekten kişiliği, düşünce dünyası ve mücadelesiyle Balkanların son Osmanlısıydı!