Almıla’nın Mehmet Çetin’le “Aydınlar” Mülakatı

Mehmet Çetin, 
Türkiye'nin Aydınlar'ını
Anlattı.
 
Almıla’nın
Mehmet Çetin’le
“Aydınlar” Mülakatı
 
Uzun süre fikir ve sanat dünyasının gündeminden düşmeyeceğine inandığımız, “Almıla” fikir ve kültür dergisinin son sayısında yayınladığı Mehmet Çetin ile “Aydınlar” üzerine mülakatın içeriğini bu toprakların düşünen beyinleri için son derece önemli bulduğumuzdan dergiye ulaşamamış olanlara ve tüm Asanatlar okurlarına bu mülakatı ulaştıralım diye mülakatın tam metnini yayınlıyoruz, dergide yer aldığı sayfaların resimleriyle birlikte…
Bunun için Almıla dergisine ve Mehmet Çetin’e çok teşekkür ediyoruz.
 

İşte Almıla’nın Mehmet Çetin’le “Aydınlar” mülakatı:

Türk eğitim tarihinde bir ekolleşmeden bahsedilebilir mi?

Bahsedilemez. Eğitimde bir ekolleşme olmadığı gibi, bir standartlaşma, yöntem açısından müfredat açısından dünden bugüne  bir yerde başlayıp ta ilerleyen bir çizgiden de, yani bir süreklilikten de söz edilemez.  Eğitimde bir ekolleşme değil kategorileşme var. Bu kategoriler  nelerdir diye baktığımızda, eğitim tarihimizde modernleşme maceramızı okulların söz konusu  kategorileşme sürecinden çok rahatlıkla okuyabileceğimizi görürüz. Bu tabloda bir başka şey daha okuyabiliriz; eğitim kurumlarıyla siyasî ve idolojik tercihler arasında batıcılık ve sol lehine sonuçlar da çıktığını.

Toplumsal ve milli değerler aleyhine, bu coğrafyanın ruhu ve kültürü aleyhine sonuçlar çıktığını. Türkiye’de bir ekolleşmeden bahsetmek çok zor. Türkiye’de eğitim bir modernleştirme, yeni bir insan ve toplum yaratma, Osmanlıdan ve değerlerinden uzaklaşma politakası üzerine kuruludur. Bu yüzden eğitim süreci ve kurumları ideolojik ve siyasal araç olarak görülmüştür. Osmanlı toprakları üzerindeki okullar medeniyet ihracı, modernleşme maceramızın bir ürünü olarak açılan askeri okullar, mülkiye ve Galatasaray Sultanisi ise bu ihraç edilen medeniyete uyum sağlayacak nesiller yetiştirmek gibi bir amaçla kurulmuştu. Bu okullar medrese karşıtlı ile hayat buldular. Haksızlık etmemek için söyleyelim yeni açılan okullardan beklenen bir başka şey de imparatorluğu yeniden ayağa kaldıracak fenni ve sanatı elde etmekti.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra eğitimden beklenen temel amaç batılı bir toplum olmaktı. Bu amaç uğruna kılık kıyafet devrimiyle dış görünüşüyle batılı bir toplum oluşturulmak istendi.

Yine Köy Enstitüleri, Çok daha sonraları açılan imam hatipler de siyasal amaçlıdır. Türk dili ve tarihi bu amaca göre yeniden şekillendirildi. Türkiye’nin tek Üniversitesi İstanbul Darülfünunu kapatıldı ve eski hocalar tasfiye edildikten sonra yeniden açıldı. En önemlisi harf inkılabıyla bütün bir toplum bir gecede okuma yazma bilmez bir duruma geldi. Osmanlıdan Cumhuriyete harf değiştirilmesi hep tartışıldı.

Ülkenin önemli aydınları buna karşı çıktı. İstanbul Darülfünununun kapatılmasının gerçek sebebinin üniversite kadrosunun harf devrimine soğuk bakması olduğu da söylenir. Cumhuriyet bu değişikliği başardı ama asıl sorun harf değişikliği miydi, neyi nasıl öğreteceğiniz mi? Birkaç yıl farkla Sovyetler Birliğinin sömürgesi haline gelmiş olan Türk Cumhuriyetlerinde de harf değişikliği yapıldı ve Kiril alfabesi kabul edildi. Böylece bu Cumhuriyetlerin hem geçmişleri, hem tarih ve kültürleri, hem birbirleri, hem islam dünyası  hem de Türk dünyasının merkezî gücü Türkiye ile bağları koparıldı. Kopukluğun diğer tarafında harf değişikliğini gerçekleştiren vardı.

Dolayısı ile eğitimde ne bir ekolleşmeden, ne bir süreklilikten söz edilebilir. Çünkü Türkiye’de eğitim hep siyasi ve ideolojik bir bakış açısıyla ele alındı.

Türkiye’deki bazı yabancı okulların en azından kendi ülkelerine ait bir ekoleri olduğunu söyleyemez miyiz?

Özellikle İstanbul Erkek Lisesi için Alman ekolü, Boğaziçi veya Orta Doğu için bir Amerikan ekolü, yahut Fransızların Türkiye’de açtıkları Notre Dame De Sion, Tevfik Fikret Lisesi gibi okullardan kalkarak bir Fransız ekolü bulunduğunu söyleyenler olabilir, ben bunlara katılmıyorum. Kategoriyi ekol diye yorumlarsak doğru. Fransız okulu elbette Fransız etkisinde bir eğitim verecektir ama Fransızların Türkiye’de açtıkları okularda özgün bir eğitim modeli, Türkler için ayrı bir eğitim müfredatı ya da ayrı bir ekol diyebileceğimiz bir program geliştirdiklerini söyleyebilir miyiz?  Bu okullar önceleri azınlıkları eğitmek için kurulmuş okullardır. Sonra yabancı dil saplantısından ötürü Türkiye’nin seçkin ve varlıklı aileleri de çocuklarını bu mekteplere gönderdiler.

Bu okullar devletin açtığı okullara  göre daha iyi eğitim veriyor denebilir. Buna bir itirazımız olmaz. Ayrıca bu okullar çok önemli şeyler yapıyorlar, talebelere dil eğitimi veriyorlar.

Batı kültürünü buraya taşıyorlar.  Ama bu iki ayrı okul toplumda bir ikilik doğuruyor. Bir, dil bilmeyen, Batı’yı yakından takip edemeyen  devlet okullarında okuyanlar… İki, söz konusu yabancı mekteplerde okudukları için daha iyi bir eğitim alan,  dil bilen, ailelerinin ve okullarının imkânlarından dolayı daha sık ve rahat seyahat edebilen ve dolayısıyla Batı’yı yakından takip edebilen bir seçkin zümre…

Sadece dil bilmekten başka bir meziyeti olmayan binlerce insan ekonomide, siyasette ve devlet yönetiminde haketmediği yerlere ulaştılar. Dil bildiği, Avrupa ya da Amerika gördüğü için seçkin sayılan bir sınıf oluştu. Kolejliler sınıfı gibi. Türkiye’nin modernleşme maceresının başarısızlıklarının temel sebeplerinden biri erken batılılaşmış bu imtiyazlı kesimin öncülüğünde yapılmasıdır.

Bu sınıfın üstünlüğü korunsun diye eğitimde dil öğretememe sorunu bilerek, isteyerek çözülmedi. Bu sınıfın üstünlüğü korunsun diye devletin önemli makamlarına dil bilmeyenleri tasfiye için dil şartı getirildi. Bu sınıfın üstünlüğü korunsun diye Türkiye’nin demokratikleşmesine imkan verilmedi ve demokrasiye sık sık müdahale edildi.

Ekolleşme değil, kategorileşmeden bahsedebiliriz dediniz. Ne demek istiyorsunuz, biraz daha açar mısınız?

Mesela şöyle bir kategoriden söz edilebilir. Osmanlıdan günümüze Türkiye’nin yönetiminde, ekonomisinde, kültür ve sanat hayatında hangi okullar etkili olmuştur. Sayalım; Amerikalıların, Fransızların, Almanların açtıkları okullar.  Yani yabancı okullar: Osmanlı topraklarında 5.000 civarında olduğu söylenmektedir.

Askeri okullar, Mülkiye ve Galatasaray Lisesi.

Bakın yakın tarihimize, Türkiye bu okullardan yetişenlerin egemenliğindedir adeta. Mesela Mülkiye’ye bakın: Bürokratik egemenliğin kalesidir. Mesela Galatasaray Sultanisine bakın, Eğitim başarısından çok daha önce akıllara “Galatasaraylı Dayanışması” gelir.

Türkiye’de aydınların içinden geldikleri okulların etkilerini nasıl değerlendiririz?

Çok genel anlamda aydınları halkından koparıyor diyebiliriz. Şimdi bu okullardan yetişen aydınların hatıralarına baktığınız zaman, buradaki hocaların arasında çok sayıda rahip ya da rahibe olduğunu görüyoruz. Çünkü bu okulların ardındaki güç genellikle dini vakıflardır. İkincisi Engin Ardınç’ın da bir yazısında bahsettiği gibi, bu hocalar arasında casuslar ve ajanlar da  var. Ama bu okulların temel misyonu tüm Asya’ya ve Türkiye’ye medeniyet ihracıdır. Robert Kolej’de okuyan Tevfik Fikret’in oğlu Halûk’un Hristiyan hatta papaz olması en meşhur örnektir. T

ek örnek Halûk da değil! Mesela İzmir’de de öğrenciler arasında üst üste böyle Hristiyan olma vakaları olur, cumhuriyetin ilk yıllarında bir Amerikan Kolejinde. Bu sürecin önüne geçmek için müdür görevden alınır, yerine şair Necmeddin Halil Onan oraya müdür olarak tayin edilir. Bu yabancılaşmayı bizde roman olarak Müfide Ferit, “Pervaneler” isimli romanında işler. Ferit, Cumhuriyet döneminin kadri bilinmemiş aydınlarından biridir. Kendisi de Trablusgarp'ta henüz bir Türk mektebi olmadığı için İtalyanların kurduğu St. Joseph Rahibe Okulu'nda okuyan Müfide  Ferit’in “Aydemir” adlı bir romanı daha vardır: İdealist bir erkek aydını anlatır. Çalıkuşu, Aydemir’in kadın versiyonu gibidir. Çalıkuşu Anadolu’ya giderken Milliyetçi bir idelist olan Aydemir, Orta Asya’ya gider. Roman döneminde o denli etkili olmuştır ki Şevket Süreyya Aydemir, soy ismini bu romanın kahramanından almıştır.

Pervaneler’de, Müfide Ferit, Bir Amerikan kolejinde eğitim gören genç Türk kızlarının milli benliklerinden nasıl uzaklaştıklarını ve kolejin nasıl bir misyoner faaliyeti yürüttüğünü, kendi kültürlerine nasıl ve ne denli yabancılaştıklarını anlatır. Notre Dame de Sion mezunu Füsun Erbulak, Niçin Geç Kaldım isimli hatıra kitabında, “uzun zamandır mum yakmadım” hatta yanlış söylemek istemiyorum ama “Hz. İsa’ya dua etmedim” der. İlginç olan şey, öğrencilerin iyi yetiştirildiği iddia edilen bu okulların mezunlarının ülkelerinin, toplumlarının dinini, hiç okula gitmemiş sıradan bir Türk köylüsünün bildiği kadar olsun bilmemeleri.  Asıl vahim kısmı bu! Hristiyanlığı öğrenmeleri, Hristiyanlardan ders görmeleri önemli değil ama sıradan bir Türk vatandaşı kadar halkının inançlarını bilmemeleri, ülkelerinde şaşkın birer yabancı gibi yaşamalarıdır.

Üniversitede bir Hocamız, “değil mi biz Sünniyiz demişti”. Çok şaşırmıştım…

Mesela bunun başka örnekleri de var.  12 Eylül’den sonra yayınlanan Yeni Gündem dergisinde, ki bu dergi Türk solunun bence entelektüel düzeyi en yüksek kesiminin, Birikim grubunun çıkarmış olduğu bir dergidir, “Hz. Ömer’in bir hadisinde” diye başlayan bir fotoğraf altı yazısı hatırlıyorum. Yine, Orhan Pamuk, Beyaz Kalesi’nde, Hz. Muhammed’in dul olmayan tek eşi Hz. Ayşe’nin dul olduğunu yazar. Türkiye’de muhafazakâr yazarların eserlerinde, eğitim ile yabancılaşma arasındaki ilişkiye çok sık vurgu yapılır. Yanlış hatırlamıyorsam Mehmet Akif’in Süleymaniye Kürsüsü’nde isimli eserinde bir anekdot yer alır. Bir zengin gençlerin eğitimine yardımcı olmamakla eleştirilir.

Zengin olan zat böyle bir teşebbüste bulunduğunu, ancak okuttuğu hatta yurtdışına gönderdiği gencin inancını ve değerlerini kaybetmiş bir şekilde döndüğünü görünce hayal kırıklığına uğradığını belirterek “Ben paramla günah almak istemem” diyerek, bu teşebbüsünden vazgeçtiğini anlatır.  Ben kendi hayat tecrübemden de biliyorum. Mesela;  ben üniversitedeyken sol olmayan, tanrıya inanan Müslüman olduğunu söyleyen öğrenci sayısı sayılabilecek kadar belliydi. Bunlar da okula giremiyordu. Orta Doğu’da böyleydi, Siyasal da böyleydi. Müslümanlık, neredeyse bütün Türk aydınları tarafından avamın dini olarak kabûl ediliyordu. Söz konusu yabancı okullarla birlikte bir toplam var. Bu toplam, ne yazık ki Türkiye’nin değerlerinin lehine çalışmadı. Tam tersine Türkiye’nin aleyhine oldu.

Türkiye’de türlerine göre okullar, aydınlarımızın fikrî yönelimlerini nasıl bir tesir de bulunmuştur?

Türk aydınlarının içinde çok sayıda askerî okul mezunu vardır. Türk modernleşmesinin en sistemli uygulandığı yer askerî okullardır. Mesela askeri okullarda yabancı bir ziyaretçi gelecek diye, dans etmeyi öğrensinler diye erkek erkeğe dans dersleri bile verilir. (Türk modernleşmesinin böyle çok sayıda tiraji-komik yanları vardır) Bu derece modernleşmecidir askerî okullar. Türk düşüncesinin ilginç isimleri, Necip Fazıl, Nazım

Hikmet, Nihal Atsız, Ferit Tevetoğlu, Aziz Nesin, Turgut Uyar, Hikmet Kıvılcımlı, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve çok enteresan, Türkiye’deki ideolojik grupların öncüsü kabûl edebileceğimiz bir çok simâ askerî okul kökenlidir. Önemli bir kısmı da subay çocuğudur; Enis Batur gibi.. 

Yani…

Bu tablo bize iki şey söylüyor: Birincisi, askerî okullar kaliteli eğitim-öğretim yapıyorlar. İkincisi, sınavlarla en iyi öğrencileri seçiyorlar. Belki bu yüzdendir ideolojik hareketlerin öncü isimlerinin genellikle askeri okul mezunu olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Ancak askerî okullarda yetişenlerin fikir mücadelesinin daha sert, daha savaşçı bir karekter arz ettiğini de söylemek mümkün.

Daha geçenlerde çok değerli bir entelektüel olarak tanıdığımız Ömer Laçiner’in “Eğer Ak Parti yine yüzde kırktan fazla oy alırsa demokrasi dışı mücadele etmeli” diyerek bizi hayret ve dehşete düşüren açıklamasının gerisinde Kara Harp okulunda aldığı eğitimin kalıntıları mı aranmalı. (Umarım açıklaması çarpıtılmıştır) Çok ileri yaşlarda “Laik Şiire” ulaştığını söyleyen Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bu açıklaması askerin laiklik anlayışının şiirdeki tezahürü müdür?

Gerek askeri okullardan, gerek yabancı okullardan, gerekse Köy Enstitülerinden yetişen aydınların çok büyük bir kısmı asla demokrat olmadı, demokrasi mücadelesi vermeyi öncelemediler. Türk aydını ideolojik bir mücadele verdi ama bu demokrasi mücadelesi değildi.  Türk aydını üniformalı bir aydındır. Bu üniformanın yarısı askeri, diğer yarısı kolej şapkasıdır. Verdiği mücadele kendi ideolojisini devlet ideolojisi yapmaktı.

Okul, en nihayetinde kültürel sermaye biriktirilen bir alan… Kişinin okuduğu okul, yaşam çizgisinin yanı sıra düşünsel çizgisini de büyük oranda belirliyor. Bunun sınıfsal bir tarafının da olduğu söylenebilir mi; yani kişinin okuduğu okul onu sınıfsal olarak da kendiliğinden bir yere yerleştirir mi? 

Yabancıların açtıkları okullar için söylenebilir. Çünkü bu okullara daha önce söylediğim gibi önce azınlıkların sonraları Osmanlının varlıklı ve bürokrat ailelerinin çocukları devam etmiştir. Askeri okullar için bir sınıfsal tabana dayanma söz konusu değidir. Askeri okulların öğrencileri ortak bir sınıfsal özelliğe sahip değildir. Türk Ordusu bu açıdan milli bir ordudur. Ancak askeri okullar, mezunlarını sınıfsal olarak değil siyasal olarak bir yere yerleştirir. Mesela, askerî okullardan mezun olanların içinde solcu ve Kemalist sayısı çok fazladır. Milliyetçi ve muhafazakâr eğilimli kişi sayısı ise son derece azdır. Yabancı okullardan mezun olanlarda da aynı şey geçerlidir. 

Dikkat edin solcular, feministler, ateistler, kapitalistler genellikle bu okullardan çıkıyor. Hatta solcu olmayanlar, özellikle Türkiye’nin büyük sermayesi muhafazakârların yerine solcularla işbirliğini tercih etmiştir her zaman.  Türkiye’de büyük sermaye ile sol arasında, belki aynı okuldan yetişmişlikten, aynı uluslararası sistemden güç kazanmaktan  kaynaklanan bir iş birliği vardır. Mesela Yılmaz Güney’in, Yaşar Kemal’in romanlarının ilk olarak Hürriyet gazetesinde yayınlanması, en zor günlerinde Hürriyet gazetesi patronunun onlara imkanlar tanıması bunun göstergelerinden biridir. Aziz Nesin de Erol Simavi’nin kendisine dar günlerinde yardımcı olduğunu ifade eder; Eczacıbaşı holding aynı şekilde bir çok sol ve sosyalist sanatçıyı İstanbul Sanat Vakfı ile desteklemiştir.

Türk burjuvasi liberal aydınlardan ziyade solcu aydınlara yakındır. Bu durum da Türkiye’nin toplumsal yapısıyla ilgilidir. Batı’da liberal aydınlar burjuvazinin içinden çıkmıştır. Türkiye’de ise bugün “liberal aydın” deyince ilk akla gelen isim ise, burjuvaziyle uzaktan yakından alâkası olmayan bir yerden, Kırşehir’in bir kasabasından çıkmıştır.

Türkiye Batı’nın geçmiş olduğu istasyonlardan geçmediği için, bu tür traji komik durumlar ortaya çıkabiliyor. Bildiğiniz gibi eğitim  kişinin ontolojisini gözden geçirme imkânı verir kendisine. Medeniyet ihracı amacıyla kurulmuş okullarla kendini Batılı bir toplum hâline getirme politikasının buluştuğu yerlerde  bu bir ontolojik problem olarak kabul edilemez. 

Bu bir yönlendirme olarak kabul edilebilir. Türkiye’de ciddi bir ateist yetişmemiştir. Hatta bana göre  bu ülkede gerçek anlamda hiç ateist yoktur.  Ateistim diyen var elbette ama Hristiyanların ateistleri var.  Çünkü biz ateizmi de herhangi bir akım gibi Batı’dan öğrendik ama Müslüman kökenli  ateist yetiştiremedik. Batı da ki  ateistlerin çoğu Hristiyan kökenlidir. Kilisede yetişmiştir. Ortalama bir ilmihâl bilgisini bile bilmeyen bir kişinin ateizmi nasıl ciddiye alınır. Ateist bir aydının çok ciddi bir teolojik altyapıya sahip olması gerekmez mi?.

Önce İslam’ı, Hristiyanlığı Museviliği, Budizm vs. bilirsin, tüm bu doktrinlerle hesaplaşırsın, bana inandırıcı gelmiyor deyip ateist olursun. Bizde öyle mi? Çok kolay millyetçi, İslâmcı, sosyalist, liberal, Müslüman vs. olursun. Çok kolay olduğun için de çok kolay başka “sular”a kayabilirsin.

Elbett öyle. Maalesef Türkiye’de düşünce tarihimiz ve hayatımız bu! Düşünsel markalı modalara teslimdir Türkiye. Hatta Türkiye’de İslâmî düşüncenin gelişememesinin bir sebebi de bu. Müslüman kökenli ateizmin olmamasıdır. Çünkü ateizm inanan insanın karşısına bir takım sorular, sorunlar çıkartır. Biliyorsunuz fikir hayatı zıtlar arasındaki tartışma ve çatışmalarla gelişir.

Köy enstütülerini nasıl ele alabiliriz?

Köy enstütüleri, Cumhuriyet döneminde açılmış birer devşirme mektebidir. Öğrencilere bu okullarda kaba ve yüzeysel bir aydınlanmacı ideoloji yüklenir. Bu okullara biçilen misyon, köylülere temel bilgileri öğretmesi, aydınlanma ve tek parti ideolojisini halka benimsetmesidir. Köy enstütülüler çok çalışkandırlar, görevlerine idealistçe bağlıdırlar  ama bunlarla kendi inandıkları şeylerin aksi bir görüşü 15 dakikadan fazla

konuşamazsınız, bir süre sonra konuşma kırgınlığa ve kavgaya dönüşür. Bunlar da bir tür din adamı zihniyeti hakimdir. Yani hep “doğruları” vaaz ederler. Bu mekteplerden yetişenler bu anlamda bir tür misyonerdir. Köylerini aydınlatmak üzere yetiştiriliyorlar. Bu okullardan bir köy ensitütülü yazarlar kuşağı çıktı. Dikkat ederseniz bu yazarların eserleri yetkin değil ama dikkat çekicidir. Köy Enstitülü yazarlar arasında en yetkin romancı Fakir Baykurt’tur. Onun da yetkinliği tartışılır.

Bu yazarların bir işlevi oldu, aydınlarımıza Kadıköy’ün dışında sosyolojik mânâda Türkiye’de köy olduğunu hatırlattılar. Adı geçen yazarların köyü, bir şablonla izah edilir: İdealist bir öğretmen, sömürücü ağa, sömürücü ağanın yandaşı imam, aydınlatılmaya muhtaç, geri bir köy ve köylü. Köy enstitülü yazarların şablonu budur. Bu akımı başlatan da Mahmut Makal’dır. Makal “Bizim Köy”ü yazdığında sanıyorum Nadir Nadi tarafından cumhurbaşkanına kadar çıkarılır. Eser çerçevesinde adeta bir kampanya yürütülür. Bizim Köy sonunda bir fenomen hâline gelir

Bir başka kategorize okul, imam hatiplerdir. İmam hatiplerden genellikle muhafazakâr ve milliyetçi aydınlar çıkar. Çok azı ancak sol-sosyalist çizgiyi benimsemişlerdir. Bu çizgiyi benimseyenler de bile çok kuvvetli bir inanç vardır. Ateist çıktı mı bilmiyorum ama solcu sosyalist olup da itikadını kaybetmeyen insanları ben de tanıyorum. Devletin bu okulları kurmasının amacı ise sol’un önünü kesmekti. Bu okullar gözlemlerimiz bize onu gösteriyor, halk, İmam hatipleri yabancı okullara, devlet okularındaki halkı rahatsız eden müfredata karşı bir alternatif okul yaratma imkanı olarak gördü.

Bir de halkın yüklediği anlam var, imam-hatip okullarına. Kendi ailemden biliyorum, babamın ağabeyimi imam hatibe göndermesiniz asıl sebebi, dinini diyanetini öğrensin, “kötü” sularda yelken açmasın idi. Ağabeyim özelinde imam-hatiplerin tam mânâsıyla başarılı olduğunu söyleyemeyiz…

Öyle mi? (gülüyor). Bir de şu var, dinini diyanetini öğrensin de, sonra ne  olursa olsun, anlayışı var. Burada enteresan olan, imam hatiplerin çoğunu, halkın kendi parasıyla yaptırmış olmasıdır. Dolayısyla bir anlamda imam hatip okullarına için halk okulları demek mümkün. Türkiye’de toplumsal değerleri sahiplenen bir kuşağın yetişmesine de vesile oldular. Ancak burada ki müfredat da, problemli idi. Çoğulculuğa, derin düşünmeye açık olmayan bir eğitim uygulanıyordu.

Dolayısıyla bir alt kültürden öteye gidemediler. Birileri imam hatip açarak medeniyet inşâ edeceklerini düşünüyolar…

Bu okullar medeniyet falan inşâ edemezler. Bu okullar medeniyet inşa edecek kadar güçlü, yaygın ve evrensel değildirler. Ancak Türkiye’de yabancılaşma karşısında bir değer ve anlam ifade ederler. Bir okuldan böyle bir misyon beklemek büyük bir haksızlıktır ayrıca. Hiçbir okul türü tek başına  bir medeniyet inşâ edemez.

Elbette öyle. Durumun vehametini, bulunduğumuz noktanın ne denli gerilerde olduğunu vurgulamak için söyledim.

Anlıyorum. Buradaki esas önemli olan şu; artık imam-hatip okullarından da yazar, iş adamı, öğretmen, bürokrat çıkmaya başladı. Ancak bu isimler imama-hatip okullarının müfredatıyla çıkmadı. Peki, bu isimler bu başarıyı nasıl yakaladı? Bence toplumun bu okullara yüklediği misyon ve destek sayesine, varolma ve varlığını dışa yansıtma iradesi ve ideali sayesinde bugün bir imam-hatiplilik kimliği oluştu. İmam hatipten pek çok başarılı insan yetişmesine rağmen bu başarıda okulun payından çok okula destek ve hayat veren geniş halk yığınların özlem ve taleplerinini yüksek motivasyon gücü vardır.

Mesela Başbakan imam hatiplidir fakat başbakan siyasî başarısını bu okula ya da İstabul İktisâdî ve Ticârî İlimler Akademisi’ne de borçlu değil. Başbakanın başarısı şahsi başarıdır. Bir de okulların mezun ettikleri insanlar üzerinden bir okul kimliği çıkartmaya çalışması da son derece haksız ve abes bir durum. Şu an Boğaziçi üniversitesi rahipler ve papazlar tarafından idare edilmiyor.

Diyelim ki Galatasaray Üniversitesi de yabancılar tarafından idare edilmiyor. Tüm bu okulları biz idâre ediyoruz. Peki, burada ne fark oluştu? Bir fark oluşmadı çünkü bu okullar birer ekol değiller. Kendileri güçlü bir eğitimle güçlü insan yetiştirmiyorlar, kendileri en fazla bir akımın temsilcileri olabiliyor, ya da  bir akımı besleyebilecek bir iklim oluşturuyorlar; Bizim okul Batı’ya açıktır tarzında. Mülkiye’yi düşünelim, bu okul kuruluşundan itibaren anti demokratik eğilimlere sahiptir.

Mülkiye cuntası…

Osmanlıda’ki bürokratik devlet geleneğinin daha  koyu bir şekilde  Türkiye cumhuriyetine yansımasında ve devam etmesinde Mülkiye ideolojik aygıt işlevi görmüştür. Dolayısıyla Mülkiye’yle övünenler Mülkiye’den bir demokratik zihniyet çıkaramadılar.  Mülkiye dayanışması bürokratik bir dayanışmaya dönüştü.  Okulda ki iklim insanların gelecekteki dünya görüşünü belirler. Dünya görüşünü eğitimin kalitesi belirlemiyor.  Okulda oluşturulan iklim insanların dünya görüşlerini inşâ ediyor.

Türkiye’de dinî grupların açmış oldukların okulların uzun vâdede bir düşünce ekolü oluşturma imkânı var mıdır?

Türkiye’de dinî grupların okulları yanlış söylemiş olmayayım, bir savunma okuludur. Neye karşı savunma diyeceksiniz. Düşman mı var? Hayır, düşman yok. Kendi değerlerinin dışında akan bir hayata karşı kendi içine kapanmış daha güvenli bir alanda çağın ihtiyaç haline getirdiği bilgileri vermeye çalışan okullarla değerlerini korumak ve geliştirmek. Ama her savunma gibi sıkıntıları, problemleri var ve gelişmeye açık değiller. Cemaat okulları belki bir dönem için gerekli görülebilir. İsteyen mevcut hâliyle de gerekli görebilir. Ama artık cemaat okulları Türkiye’nin ufkunu taşımakta yeterli olmayan bir sürece girmiş görünüyor, bir an önce ve hızla değişmesi gerekiyor.

Türk aydınlarında etnik köken ve siyasal duruş arasında bir ilişki var mıdır?

Türkiye de tanıdığımız birçok ünlü aydının etnik köken olarak gayri-Müslim olduğu sır değil. Türkiye de ilk sosyalist dergi sanıyorum Selanik de yayınlanmış,. 5 dilde çıkarılıyor. Bu 5 dilden biri Türkçe biri Ladinoca, yani İspanyol Yahudilerinin konuştuğu dil. Genellikle Türkiye de gayri-müslim vatandaşlarımız, gayri-müslim kökenli aydınlarımız. Batı’yla daha yakın ilişkiler kurduklarından dolayı, Batı kaynaklı ideolojilere daha yakın olmuşlardır.

Bunun bir komplo teorisi şeklinde izahını doğru bulmuyorum. Sadece aidiyetlerin biraz daha zayıf olması belki bir yorum olarak ileri sürülebilir bunun dışındaki farklılıklar Batı’ya daha açık olmalarıyla izah edilebilir. Mesela gayri müslim kökenli aydınlar sosyalizme, liberalizme daha açık olmuşlar. Enteresan Türkçülük ve İslamcılık böyle bir yapıdan beklenemez. Ama buna rağmen Türkçü olan gayri müslimler de var, Gök Bayrağın yazarı Leon Kohen gibi.

Mahmut Çetin’in “Boğazdaki Aşiret” isimli dört gayrı müslim aileden çıkan aydınları ele alan eseri bu açıdan dikkat çekicidir. Bu dört aileden çıkan o kadar çok aydın var ki, şaşırırsınız.

Dolayısıyla Türkiye’de olduğu gibi dünyada da aydınların dünya görüşlerinin oluşmasında, yetiştikleri okullar kadar yaşadıkları bölge ve şehirlerin, etnik köken ve sınıfsal yapının da etkisi var. Mesela cumhuriyet öncesine kadar Osmanlı aydınları köy diye Kadıköy’ü bilirlerdi. Köye gittim dediklerinde karşıya geçtikleri anlaşılırdı. Dolayısıyla Türk aydınlarının önemli bir kesimi de İstanbullu ya da ömrünün önemli bir kısmını İstanbul’da geçirmiştir. Halka yabancılaşmanın bir sebebi de bu sayılabilir.

Çetin Altan’ın piyano çalan köylü gibi fantezileri bu yabancılaşma ve uzaklık duygusunun tipik bir dışavurumudur. Türk aydınının ortak noktası Osmanlı ve geçmişe mesafeli bakmak hatta bir çoğu için düşmanca bakmaktır denebilir. Bütün bunlar halkla Türk aydınının arasını bozmuştur. Bence akademik olarak aydınların düşünsel dünyasının, dünya görüşlerinin şekillenmesinde hangi faktörlerin etkili olduğu konusunda araştırmalar yapılması lazım.

Türk aydınının Batı’dan gelen fikirlere karşı bir tür gözü kamaşan bir yapısı var. Bunun da tarihsel sebepleri, sosyal sebepleri, sınıfsal sebepleri olabilir ama her ne sebeple olursa olsun burada bir tek şeyi göremiyoruz. Bunlar kötüdür iyidir anlamında bir şey söylemiyorum fakat bir tefekkür üzerinden gelişmiş eğilimler değil bunlar. Bir tür moda eğilimler. Bunu en güzel Tanzimat döneminin bir şiiri özetler:

Ben bur hürriyeti görmüştüm canım Avrupa da

O zamanlar ne kadar dilberu fettan geldi

Etmeyince tenezzül yerine süslenerek

Galiba kaynanası bizlere mihman geldi.

Türk aydını hep bu hayal kırıklığını yaşamıştır. Aydınlarımızın fikir ile ilişkisi hep bir inanan ilişkisi gibi bir sığınma biçiminde olmuştur. Çünkü kurtuluş ve sığınma arzusu birlikte bir araya geldiğinde oradan tefekkür doğmaz. Bir proje insanı olmadan ya da çok güçlü bir soruyu hayatının merkezine yerleşmeden tefekkür oluşmaz. Ülkeyi kurtarmak için yola çıkan bir insanda da tefekkür oluşmaz. Çünkü ülkeyi kurtarmak isteyen insan düşman keşfeder. Çözüm keşfetmez. Dolayısıyla şu an bile Türk aydınının tefekkürle ilgili çok ciddi problemleri var.

İlahiyat fakülteleri…

İlahiyat fakülteleri de öyle kategorik okullardan biridir. İlahiyat fakültelerinde şöyle bir şey var. İlahiyatın batı dillerinde karşılığı nedir?

Peki, ben size sorayım ilahiyat fakülteleri teolojik bir okul mudur?

Değildirler. İlahiyat fakültelerinin temel sıkıntısı budur. Bu fakülteler imam hatip liselerinden bir gömlek daha üstündür. Eski adı yani Yüksek İslam Enstitüsü adı daha uygundur. İlahiyat ya da teoloji çok güçlü bir entelektüel alt yapı ister. Hatta erbabı en zor felsefe teolojidir, der. Çünkü çok şeyi aynı anda bilmeniz, kıyaslayabilmeniz lazım. Şimdi buradan baktığınız zaman ilahiyat fakülteleri dindar öğretmenler yetiştirdiler. Müftüler yetiştirdiler, imamlar yetiştirdiler. Peki, Türkiye’nin ilahiyat fakültelerinden beklediği bu muydu?

Biz ilahiyat fakültelerinden dinî bilgilerin yeniden ihyasını bekliyoruz. En köklü ilahiyat fakültemiz olan Ankara İlahiyat’ta bırakın Yahudilik alanında bir bölüm ya da kürsüyü uzmanlaşmış birisi var mı? Hıristiyanlık alanında var mı? Hıristiyanlığın mezhepleri alanında diğer dinler alanında var mı? Yok. O halde bu okullar ilahiyat fakülteleri değildir. Türkiye gibi bütün ilahi dinlerin çıkış ve yayılış bölgesi içinde yer alan, pagan dinlerin bir çoğu için merkezi bir öneme sahip olan medeniyetler beşiği bir coğrafyada ilahiyat fakültelerinin önem ve değerini bir tasavver edin. Bir de İlahiyat fakültelerinin halini göz önüne getirin. Yazık, çok yazık. Bir tane bile gerçek anlamda bir ilahiyat fakültemiz yoktur.  Çünkü İlahiyat dinî bir alan değil din felsefesi, hadi felsefeyi çok sevmiyorsanız din tefekkürü diyebileceğimiz bir alandır.

Felsefi bir alandır ilahiyat. İlahiyat fakülteleri kendisinden bekleneni vermekten çok uzak. Cemil Meriç’in söylediği gibi hür fikrin kalleleri olması lazım ki oradan tefekkür insanları yetişebilsin.

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir