Anahtarları Osman İbn Talha’dan Sakınmak

HIDIR TORAMAN
Türkiye Evrilirken & Anahtarları Osman İbn Talha'dan Sakınmak
 
Yaşımız ilerledikçe “Ne müşkülatlı mevkiymiş şu dünya!” dediğimiz çok olur. Hepimizin bu dünyayla meselesi var, hepimiz meşgul ettiğimiz bu mevkiyle sınanıyoruz. Muvaffakiyetimiz işgal ettiğimiz yerin hakkını verebilmemize bağlı. Yaratılmış olana haksızlık ve ihanet etmemiz halindeyse helak olacağız.
 
Kişioğlu bulunduğu konumun hakkını verdiği sürece
Kişioğlu bulunduğu konumun hakkını verdiği sürece toplumda kimse onun pozisyonuyla ilgili olur olmaz bir tartışma başlatmaz. Tersine, söz konusu kişi halkın yakın ilgisine ve duasına mazhar olur. Zira hak edilmiş bir mevkiyi kimse kıskanmaz, herkes imrenir ona. Söz gelişi, bir Yunus Emre, Anadolu haritasında bir yer ‘işgal’ etmiştir. Biz millet olarak, sahip olduğu “hâl” itibarıyla ondan razıyız, elde ettiği mevkiden dolayı şikâyetçi değiliz; bulunduğu pozisyonun hakkını vermiş, yaratılmışların hakkını yememiştir çünkü.
 
Toplum olarak endişemizi ve muhtaçlığımızı
Toplum olarak endişemizi ve muhtaçlığımızı dile getirirken abartmayı ve ağıt yakmayı pek severiz, “falan lider çıkmasaydı, falan şair veya şu bilge olmasaydı halimiz nice olurdu” diye. Hiçbir şey olmazdı diyorum. Onun dildeki, tarihteki, devlet veya millet hayatındaki yeri bir başka şahsiyet tarafından doldurulmuş olurdu. Toplumlar potansiyelleriyle yaratılmıştır çünkü ve yaratılış devem ediyor. Biz yeter ki engel olmayalım bizden daha güzide Yunusların ortaya çıkmasına; yeter ki daha güzel Yusufların gelişini geciktirip milletin kanına girmeyelim.
 
Sözü nereye getirmek istediğim
Sözü nereye getirmek istediğim anlaşılmıştır sanırım. Türkiye’nin en acil ihtiyacıdır, ehil kimselerin işbaşına getirilmesi. Bu noktada asıl olan, el âlemin ne dediğinden çok, kişinin işgal ettiği mevkiyi hak edip etmediğini bizzat kendisinin sorgulamasıdır, kendisiyle yüzleşmesidir. “Nefis muhasebesi” herhangi bir konu başlığı değil elbette, bizi insan kılan, insanlıkla aynı yaşta, geçmişi bezm-i eleste uzanan bir edimdir. İnsanın nefis muhasebesi yapması taşındığı mevkinin icaplarındandır. “Hayırlı toplum” mertebesine ulaşmanın olmazsa olmazıdır. Bu, yerine getirilmeden “insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluk” (Âli İmrân, 110) olunamayacağı ortadadır.
 
İnsanın hakikatle arasına
İnsanın hakikatle arasına girerse nefsi girer. Kur’an’ın da işaret ettiği üzere Şeytan’ın, Nemrut’un, Firavun’un, Mekkeli müşriklerin başlarına gelenler nefisleri nedeniyledir. Mevki ve mertebelerin insanları yönetip yönlendirmesi, hevâ ve hevesin kutsallaştırmasıyladır. Elbet insanın hesaplaşmayı arzu ettiği çok şey vardır hayatta. Ancak, insan kendi putlarıyla uğraşmaktan fırsat bulamaz başka putları kırmaya. Putlaştırma hastalığı “nefis”le başlamıştır beşeriyette. “Hevâ ve hevesini tanrı edinen, Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?(Casiye, 23). Nefsiyle meselesini halletmeyen, buna hiçbir özen göstermeyen kimselerden, toplum menfaatlerini kendi menfaatleri kadar önemli görme erdemliliğini beklemek saflıktan başka nedir?
 
Efendimiz, bir müşrik olan Abdullah bin Uraykıt’ı
Efendimiz, bir müşrik olan Abdullah bin Uraykıt’ı Hicret için kendisine kılavuz seçiyor. Bu üstü örtülüp görmezden gelinebilecek herhangi bir pratik değil elbette. Yine bu hayati ameliyenin ardından “Emaneti ehline veriniz” (Nisâ, 58) emri ulaşıyor inananlara. Bu sarih ödevlendirmeye rağmen emaneti ehlinden kaçırmak, anahtarları Osman İbn Talha'dan sakınmak ve sadece iş bitirmeyi esas almak nefsimizi ve şeytanı gönendirir sadece.
 
“Anahtarlar Osman İbn Talha'dan sakınılmasaydı
“Anahtarlar, Osman İbn Talha'dan sakınılmasaydı da Soma ve Ermenek faciaları yaşanacaktı” deme hakkını elde bulundurabilen bir kimse yok aramızda. Modern dünyanın elimize tutuşturduğu tanımlar, kavramlar ya da meşrulaştırma gereçleriyle kendimizi kandırmanın âlemi yok. Türkiye bizim yazgımız, vazgeçilmezimiz, bu çok net. Ama ülke olarak sahip olduğu tarihsel ve kültürel miras itibarıyla dünyaya ne teklif ediyor diye merak ediyor insan. Türkiye, imparatorluğun çöküşünden bu yana eline geçen en büyük imkânı heba etmekten vazgeçer diye ümit ediyorum. Ülke olarak edebiyattan iktisada, sivil hayattan devlet hayatına kadar her alanda alınması gereken en hayati tedbirlerin başında geliyor emaneti ehline vermek. Yoksa tedbirsizliğimizin ve bundan kaynaklanan güçsüzlüğümüzün ağır bedellerini ödemeye devam etmek zorunda kalacağız daha uzun bir zaman.

“Başkalarını alt eden cüsselidir/Kendini alt eden güçlüdür” der Lao Tzu. Gerektiğinde özür dilemek, Sakarya gerisine çekilmek, istifa etmek zayıflık değil, bir yiğitlik alametidir. İnsan diyorum, sadece kirlendiği zaman değil, yeri geldiğinde temiz kalmak için de geri çekilmeyi, istifa etmeyi bilmeli. Hak bunu gerektirir, vicdanımızdan kurtulmanın ikinci bir yolu yok.

11 Aralık 2014 / Asanatlar

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir