MUSTAFA ORAL
Aşk Kalbini Kurban Etmektir Sevgili
Yaslı Mektup
Uzaklardan sesleniyorum sana.
Gündüzleri karakış, geceleri buram buram gurbet ve özlem yaşanan yerlerden…
Bozkırlardan, dağlardan, ovalardan, ırmaklardan, göllerden…
Enlemiyle, boylamıyla bütün sinelerden…
Göğsünü aşkın coğrafyası, kalbini onun ekvatoru yapan bütün bedenlerden…
Ucu kızıl kanlarla yakılmış sonu gelmeyen mektuplardan birini daha yazıyorum.
Şimdi kalbimin göğünden bir kuğu uçuruyorum.
Kanatlarında bir demet mektup bulacaksın; şaşırma.
Senden ayrılalı tam üç yıl oldu.
Üç yıldır seni anlatıyorum bozkırlara.
Tandır başlarında sancıdan hiç uyuyamadım.
Alev alev senden söz ettim tandıra.
Aşkımı ateşe attım; sevdamın soğumasını, yavanlaşmasını bekledim.
Bir tandır ateşi, bir de sen, alev alev yaktınız beni.
Hasretin kor oldu, kitaplar arasında tandırla beraber al al tutuşturdu beni.
Benim için çok önemliydin.
Tam üç yıl bitmeyen mektubum oldun.
Hissettiklerimi ancak sen bilebilirdin.
Güçsüz aklıma ve ruhuma kâh deli, kâh veli eden hüznü ve aşkı sayfa sayfa sen yazdın.
Güneş gibi yitirdim kendimi sende.
Günlüğümün her satırına mektup mektup işledim seni.
Senden ayrılıklar uzadıkça kâlemimi tekrar sivrilttim cihada çıkan Binbaşı Asım gibi.
Kalbimin akıntısına verdim kâlemimi ayrılığına dayanamayıp hasretinden vefat eden Hasan Feyzi misali.
Şimdi sevgiliye şiirler dizecek Mecnun heyecanı filiz verdi kâlemimde.
Aşk Kalbini Kurban Etmektir Sevgili
Rahle-i Kalbim
Ah rahle-î kalbim benim.
Ah Barla-î kalbim benim
Benim için çok özeldin.
Hep cinsleştirmeye, genelleştirmeye çalıştım seni.
Yıllarca “Bütün sevgililer bana onun kadar yakındır” düşüncesini hissetmek istedim.
Yıllarca hep senden uzaklaşmaya çalıştım.
Sanki sen kalbimde kazdığın menzillerinde beni gözlem altına aldın.
Ruhum yerli yersiz sarsıntılar geçirdi.
Bütün varlığımı derbeder ederek, kitaplar ve rüyalar arasından konuştun benimle.
Bazen gönlümün kubbelerine yağmur gibi dolup, beni yıkadın.
Bazen de düşlerle elden ayaktan düşürdün, yaktın, yıktın.
Evet, benim için çok özeldin.
Ben senden uzaklaşmaya çalışırken, aramıza zamandan ve mekandan engeller koyarken, sen hiç yalnız bırakmadın beni.
“Bütün sevgililer bana en az onun kadar yakındır.” düşüncesini bir türlü benimseyemedim.
Seni sıradan bir insan, herhangi bir sevgili olarak kabul edemedim.
Çoğu kere dünyanın sensiz dönmeyeceğini, güneşin ufkumda doğmayacağını, böyle giderse ayın ışığını hiç göremeyeceğimi düşünüp, ağladım, ağladım.
Dünya, güneş ve ay tuttu kalbimi.
Sen tutmasaydın, hiçbir şey tutamazdı beni.
Dünya, kalbim ile senin arana gizlendiğinde, kalbimin bir yüzü lekelenip, karalanmış deftere döndü.
Kalbim kendini tanıyamadığından ve okuyamadığından dünyamı aydınlatamadı, karanlığa büründü.
Ben bu olaya “kalb tutulması” dedim.
Dünya, güneş ve ay kalbimle senin arana girdiğinde kalbim bir gece oldu; sendelemeye başladı.
Kalb tutulmasında ikinci hayatım riske girerken, bu sefer iki hayatım da riske girdi.
Bir kalb kalesi daha Azrail’in eline düştü sanki.
Kalbim elden ayaktan düştü.
Karanfil yüzlü sevdiceğim!
Kalbim kalbine düştü; tut elimden kaldır beni.
Aşk Kalbini Kurban Etmektir Sevgili
Kalbimin Barla’sında Gezer Ceylan Çalışkanlar
Fransa’yı hiç görmedim. Fakat Paris’i düşlerken sokaklarında Balzac’a rastladım. Marsilya’yı hayal ederken Voltaire’ı hissettim. Pau’da Hugo’nun Sefiller’ini oynadım. Belçika’ya gittiğim zaman yanlış anlama ama yanımda Lale Müldür’ü de götürdüm. Yine yanlış anlama ama Buhurumeryem’le dolaştım Brüksel sokaklarında. Yahya Kemal ile Endülüs’e gittim; Atik Valide’m ağladı kaldı ardımdan.
Sen Barla’ya gittikten sonra hep seni yaşadım orada. Bitmeyen mektuplarımı Qinze Wings’ta, Brüksel’de, Atik Valide’de, Endülüs’te değil, Barla’da yazdım sana.
Milletsiz şiirlerimden, illetsiz dertlerimden sonra vardığım sonuç: Yok benim vasfettiğim yar buralarda.
Barla’da eskiden beri göçebe hayatı yaşanırdı. Sen bir gün Denizli’ye, oradan da Emirdağ’a gittin. Ne zaman sonra sen Emirdağ’dan benim bağlarıma, dağlarıma, Emirgân’a göç ettin. Sanki sen Barla’da doğan, Emirdağ’da ölen, ama Emirgân’da tekrar dirilen Ceylandın. Sanki ben Emirgân’da doğan, ama Barla’da ölen yalı kızıydım.
Sen bir gece bana göçtün. Bu senin için belki bir akın, bir fetih, bir füruç, bir göçtü. Ama bil ki, ben işte o gün göçtüm. O gün bu gündür de ayağa kalkamıyorum. Evet, buralarda da aynı şeyi söylüyorum: Yok benim vasfettiğim yar buralarda. Her ne kadar ruhum hep Emirdağ’da, bedenim Emirgân’da olsa da.
Şimdi Elveda Paris, elveda Brüksel, elveda Endülüs, elveda Emirdağ, merhaba Emirgân merhaba!
Aşk Kalbini Kurban Etmektir Sevgili
Kırık Kandil İçre
Ben kelimelerden inşa ettim dünyamı, yani seni.
Günlüğümde bahsettiğim, ruhumda kendisini anlattığım, kalbimin bozkırlarında vuslata erdiğim sevgili sendin.
Üzerine şiirler okuduğum, ellerim havada duamı şaşırdığım sevgili sendin.
Kestane rengi saçlılarını bir kitap gibi okuya okuya dokuduğum yârim sendin.
Her gittiğim yere bir bedende iki ruh ile gittim.
Biri sen oldun, diğeri de senin gölgende ben.
Seninle iki kişi olduk da, şöyle isimlerimizi bir sayfada yan yana yazamadık.
Seni kelimelerden oluşturmuş, kalemimle cisimleştirmiştim.
O zamanlar seni ruhumun dağlarına, taşlarına yazmıştım.
Şimdi seni daha iyi okuyorum.
Artık benim için herkesin anladığı manada anlamsızlaşıyorsun.
Yine mavi bir gökyüzü olan gözlerinde bir martı heyecanıyla kanat çırpıyorum.
Ama artık bazen kanadım kırılıyor; sendeliyorum.
Elbette bir zamanlar âşık olduğum kişiyi ertesi gün unutacak kadar karaktersiz ve dengesiz değilim.
Ama sen de anla ki artık aşkın yükünü taşımakta zorlanıyorum.
Ama sen de anla ki artık aşkın hakkını vermekte zorlanıyorum.
Şimdi ben unutmakla hatırlamak arasında bir yerlerde kalacağım bir zaman.
Kelimelerim seni anlatacak sabaha kadar, ben akşama kadar yazdıklarımı, yani seni inkâr edeceğim.
Çoktan unuturdum ben seni çoktan…
Ah kırık kandil gibi yanıp sönen şu rüyalar olmasa…
Ah bana rüyalarda gülüp duran şu gözlerin olmasa…
Ah dünyalar ve rüyalar bağışlayan sözlerin olmasa…
Ah bana bayramlar yaşatan yüzün olmasa…
Çoktan unuturdum ben seni çoktan; ah dualar gibi inleyen mektupların olmasa…
Kırık bir kandilim ki, şimdi bir yanım ışık veriyor, bir yanım ateş.
Kırık bir kandilim ki, şimdi bir yanım aşk veriyor, bir yanım hasret.
Kırık bir kandilim ki, şimdi bir yanım ağlıyor, bir yanım ağrıyor.
Şimdi nasıl çıkar “Barla.m Lahikaları” bu aşk “Külliyatından”.
Şimdi nasıl çıkar Zübeyirler, Sungurlar, Ceylanlar bu rüyalardan.
Şimdi nasıl yaşar Hafız Aliler, Hasan Feyziler, Asımlar bu aşktan.
Sen Beni İkiye Yaran Kanlı Rüyamdın
Hiç kimse senin kadar sevilmemiştir.
Hiç kimse seni benim kadar sevmemiştir.
Hiç kimse seni benim kadar sevemeyecektir de.
Annecağızını saymazsak…
Artık seni insanın ruhunu tenine sızdıran dağlarda aramıyorum.
Enlemiyle, boylamıyla, çeşit çeşit söylemiyle bütün gönüllerde arıyorum.
Acılarımdan, hayallerimden, rüyalarımdan ve ağlamalarımdan doğan sevgilimdin.
Sen beni ikiye yaran kanlı rüyamdın.
Hayatım x; bilinmeyen işareti.
İçime ve dışıma açılan kapıların önünde, iki çizginin birleştiği yerde beni gözledin.
Rüya kanamalarında iki çizginin orta yerinde her defasında farkında olmadan sana elimi ve yüreğimi verdim.
Sana Şeyh gibi el verdim.
Benim için gerçek üstü ve hayal üssü bir hakikattin.
Bazen seni zor hatırladım.
Var olan bir yokluktun.
Belki de yok olan bir varlık.
Zaafımdın; en güçlü ve en zayıf yanımdın.
Bitmeyen mektubum bu defa sana ulaşabilecek mi, bilmiyorum.
Bu mektubu sana mı, yoksa yine sonsuzluğa mı yazıyorum?
Sana ve sonsuzluğa. Yani boşluğa…
Bilir misin toy umutlar, ham hayaller, omuzdaki silah misali ruhun askısında dolaşır.
Ben boşlukların, loşlukların ülkesiydim.
Kalbimin boşluklarında benimle tanıştın.
Yani hayaletlerle. Ben de senin için irreelim: Hayal ya da hakikat.
Sinema Perdesi
Gündüzün gecesinde, baharın kışında, kaygan ve kaydıran yalnızlığın ıssızlığıyla misafir oldun bedenime. Kalkıp yürümek istedim. Şair hislerimden ve mahir rüyalarımdan başka kimsem olmadı yanımda. Kılavuzum da, dert kardeşimde onlar oldu.
Sıkıldım ikisinden de bazen. Her şeyi öncesinden tahmin etmek hoş olmuyordu. Sürprizlere ardına kadar kapalıydım. Sinema kötü bitince, “Ben bu filmi daha önce görmüştüm.” demek kahrediyordu beni.
Ne çok gözün vardı kalbime tutulan. Sen aşka gelen göz kapaklarımın açılış töreninde söyle konuşmuştun bir zaman:
“Ey beni delicesine sevdiğine söyleyen insan! Bu gün buradan, bu gözlerden ruhlara akacak ilk damla, derya olup coşacak, doğudan batıya, kuzeyden güneye doğru çoğalarak dağılacaktır. Bu gözler aşka binlerce pencere olacaktır. Bu pencerelerden nereye baksan beni göreceksin.”
Aşkertesi
Sana hep benden bahsettim. Sen n’apıyorsun? Ara sıra da olsa aklına geliyor muyum?
Bak bu gün sensiz geçen üçüncü Kurban Bayramı. Üç dediysem kesretten maksat.
Ben her bayram kurban veriyorum kendimi sana. Senin bundan haberin var mı? Kimim ben senin için?
Ah, ben sana bir durak olaydım. Bir menzil, bir Barla…
Ben menziller, Barlalar kurdum ruhumun en işlek yerlerine. Seni bekledim. Gümüş güneş geldi; sen gelmedin. Kurbanlar, kurbanlıklar, İsmailler, İbrahimler, Hacerler geldi de sen gelmedin.
Bana bazen içten içe gülüyorsundur değil mi? “Ne çok iniş çıkışı var bunun? Ne çok dalgalı, ne zaman durulacak bu çocuk?” diyorsundur değil mi? Haklısın.
Seni gördüğüm ilk gün yani üç yıl önce dengimi ve dengemi yitirdim ben. O gün bu gündür denksiz ve dengesiz bir adam gibi yaşadım buralarda.
Kâh dağlar gibi toplandım; kâh denizler gibi dağıldım.
Kâh çığ gibi çoğaldım; kâh çiğ gibi azaldım.
Kâh bir yağmur gibi dindim; kâh bir kar gibi eridim.
Kâh ağaçlar gibi kendi kendime olduğum yerde yapayalnız büyüdüm; kâh kuşlar gibi bir o ağaç, bir bu ağaç göç ettim.
Nerede, hangi zamanda yaşadığımı bilemedim. Dilim nedir, dünüm nasıldır, yarınım nasıl olacak; bilemedim. Ne, ne yaptığımı, ne de ne yazdığımı bilemedim. Sadece yazdım, çizdim, postaladım. Her mektup bir vicdan rahatlaması oldu sadece. Sadece bunu bildim.
Dün İstiklal’e indim. ‘Ayna’ filmini seyrettim. Eve geldim. İçimdeki kameraları dışımdaki aynalara tuttum. Müphem bir sevgili oldun.
İçimde ay gibi doğup, güneş gibi batan müphem bir sevgili.
Uyandığımda bitiveren bir rüya gibi…
Maranka
-Maranka!
-Vakit geldi mi?
-Geldi. Güneş doğmak üzere, acele et!
Sevdiceğim, mavi gözlü yârim benim. Ben ne çok rüyalar görüyorum böyle. Rüyamda hep ağrılarımı yamalayan mektuplar yazıyorum sana.
Ay gibisin; doğup, batıyorsun.
Rüya gibisin; uyanınca ışık misali sönüyorsun.
Mektup gibisin; yaz yaz bitmiyorsun.
Ah sen ne çok rüyalar, ne çok mektuplarsın.
Geç kalktım, geç kaldım; kerahet vaktinde gelebildim. Sen serin bir sabahta geleceksin bana. Şimdi yazdığım mektup senin bedeninde gerçek olarak yansıyacak. Ben bu rüyalarıma ve mektuplarıma karşılık senden bir şey istiyorum. Bir an önce bana tekrar göç et.
Eğer seni rüyamda görmeden ölürsem en azından cenazeme gel. Cenazeme gelemesen de mezarıma uğra. Emirdağlı Bayram Yüksel, Ermenekli Zübeyir, İslamköylü Hafız Ali, Barlalı Sıddık Süleyman sana mezarımı gösterirler. Zaten kabristanda Çaycı Emin ile seni bekliyor olacağım.
Sen o günü mezarlıkta “Ezeli ve ebedi aşkım!” sesini duyacaksın; şaşırma.
Elveda…