Aydede’den Aykız’a

SÜNDÜS ARSLAN AKÇA
Aydede’den Aykız’a  |ÖYKÜ|
 
  -Sana neden bu kadar değer veriyorum biliyor musun Aykız.
 
Öbür yarım diyorum, kendini bulmak başka bir bedende.  Belki yadırgayacaksın ama çocuklaşabilmek ne güzel seninle.
 
Bunu kimseyle yapamıyorum Aykız, büyüğü oynamak öyle çok yordu ki beni. İnsanın ana vatanı çocukluğu iken ben sürekli o vatandan uzak bir ömür yaşadım.
 
Sana bakıyorum hala ağaca çıkıyorsun, salıncağa biniyorsun ve bunu paylaşmaktan çekinmiyorsun. Bu özgür ruhuna imrenmemek elde değil.
Sahi düşerim diye korkmuyor musun?
 
– Korkmak mı, sen diyene kadar aklıma bile gelmedi Aydede. İnsan çocuklaşınca gözü kara oluyor galiba, korku nedir aklının ucundan bile geçmiyor. Bu Aykız ne haylazlıklar yaptı bir bilsen.  Vukuatı çok yani. Daha 9 yaşında köye kaçtı, olmadı bir daha hem de yürüyerek. Yürüyemedi tabi ki o başka. Sonra evin 2. katından atladı. Fırat hele bütün yaramazlıklarının ortağı. Ama kıyamadı ona. Sürüklemedi peşi sıra, bıraktı özgürce oynaştı kendisiyle, şarkılar söyledi eteklerini savura savura. En güzel o dinledi kendisini. Bundandır ki her gidişinde ona koşar. Eteklerini savura savura sesli söyleyemezse de şarkılar, o yüreğinin tuttuğu ritmi hisseder. Hınzırca gülüşürler bir Allah’ın kulu anlamaz.
Aydede’den Aykız’a 
Okulum da Fırat’a yakındı, öğlen araları bile koşar ona giderdik. Aklımıza boğulma korkusu falan hiç gelmezdi. Ve çoğu zaman ailelerimizin ruhu duymazdı.
 
Derse geciktiğimizde bi güzel fırça yerdik hocalarımızdan.
 
-Derslerle aran nasıldı Aykız?
 
-İyiydi, yaramazlıklarımdan fırsat buldukça ders çalışıyordum. Sevmediğim bir ders vardı: Fizik.  Senin var mıydı sevmediğin ders?
 
-Olmaz mı Aykız, oldum olası dilbilgisiyle sorunum vardı. Bir de İngilizce dersiniz yapamazdım. Ama biliyor musun Aykız, dersi sevdiren de nefret ettiren de hocasıdır. İngilizceden iki kelime biliyorum sadece, bir türlü beceremedim.
 
Bak laf İngilizceden açılmışken sana bir hatıramı anlatayım mı? Ama gülmeyeceksin, söz ver.
 
Ortaokul birde İngilizce dersimiz hep boş geçmişti. Derse branş hocası olmayanlar girerdi. Onların da bizden farkı yoktu. Bu sebeple de bedavadan geçtik.
 
Orta ikide ise İstanbullu bir bayan öğretmen geldi. (Aman Yarabbi, o zamanda bizim oranın şartlarında bir düşün)
 
Öğretmen çok güzel, sempatik ve ilgili.
 
Bir yönü de var ki, kendi metoduymuş, hiç Türkçe konuşmuyor.
 
Tabii biz aval aval bakıyoruz.
 
Ben hocayı seyretmekten, dersi dinleyip anlamıyordum bile.
 
Çok sevdim öğretmenimi öyle böyle değil.
 
Aslında sınıfta da dikkat çeken bir yapım da vardı (Eh yaniiii) ben o sıralarda aşırı bir devrimciydim. Kitaplarımın kapakları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ların resimleriyle doluydu.
 
Bu durum aslında öğretmenimin de dikkatini çekmesine bir vesile oldu. Çünkü öğretmenim de devrimciydi.
 
-Belki de öğretmenin devrimci olduğu için siz de oldunuz.
 
-Yok ama ben önceden de devrimciydim. Ben öğretmenimin hayat dolu, sevecen, ilgili ve de güzelliğini sevmiştim o da benim devrimci yanımı sevmişti.
 
İşte böylece öğretmenimle aramda bir yakınlaşma olmuştu.
 
Eh Aydede bu ya, zaten İngilizcenin i’sini bilmiyor, bütün yazılılarda, inadına ve gıcıklığına kâğıdı boş verir çıkardım.
 
Yazılılar sınıfta not defterinden sesli okunurdu. Sıra bana gelince, öyle bir yüzüme bakar, sonra 0 derdi.
 
Bir gün beni teneffüste öğretmenler odasına çağırdı.
 
Ben çekine çekine yanına gittim. Beni görünce kalktı ve bahçeye inelim dedi.
 
Birlikte bahçede iken, bana 'Aydede neden böyle yapıyorsun, bak dosyanı inceledim geçen yıl da Teşekkürname almışsın (o zaman koca okulda teşekkür alan sadece üç kişiydik ve teşekkür name de okul huzurunda müdür tarafından verilirdi) benim dersime niye çalışmıyorsun' gibisinden konuşuyordu.
 
Ama ben dut yemiş bülbül gibiydim. Bir taraftan terliyor, diğer taraftan dünyanın en mutlu ve gururlu öğrencisiydim. Neden mi?
 
Çünkü öğretmenim bahçede yürürken elini omuzuma atmış, arada da yanağımı okşuyordu.
 
Bunu da kızlı erkekli bütün sınıfım görüyor, guruplar halinde itişerek, gülüşerek bizi takip ediyorlardı.
 
İşte ondan sonra sınıfta benim cakamı sen tahmin et.
 
İkinci yarı sadece onun dersine çalışacağım diye kendime söz verdim. Ama bir felaket gibi haber aldım.
 
Öğretmenim tayin isteyerek İstanbul'a gitti.
 
Günlerce için için….
 
Son sınıfta yatılı okul sınavlarına girip Hasan Oğlan Öğretmen Okuluna geldim.
 
Eskiden yılbaşı ve bayram kartları olurdu. O sene yılbaşı önceydi, sanırım 20 gün sonra bayram.
 
Öğretmenime bir espri, bir şaka, ne bileyim işte unutmadığımı bilsin istedim (çocukluk bu ya) Bir yılbaşı tebriki aldım. Kırmızı gül kartı. Arkasını da benim Türkçe hazırlayıp da çevirisini İngilizce öğretmenime yaptırdığım yazıyı yazdım.(Tabi içinde 'seni seven öğrencin' vardı. Tercümeyi yapan öğretmenim de çok gülmüştü) ve gönderdim.
 
Tebrikin cevabı bayramda geldi. Zarfın üstünde ismini görünce, kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Mektubu aldım ve koşarak okuyacağım yer aradım. Hemen kendimi boş bir sınıfa attım. Ellerim titriyor, yüreğim çarpıyor, heyecandan ölecek gibiydim.
 
Ve zarfı açıp tebrike bakınca öyle bir resim göndermiş ki, hani renkli çizgi resimler olur ya…
 
Küçük bir çocuk, üstü başı yırtık, ayağındaki postalı patlamış, pejmürde haliyle, iskelede durarak denize doğru … yapan bir resim.
 
Yaaaa, bununla da kalmadı. Ben sınıfta İngilizce öğretmenime, 'Öğretmenim bunun arkasında ne yazıyor?' diye verdiğimde, öğretmenim öyle bir gülmüştü ki, hayatımda öyle katıla katıla gülen birini bir daha görmedim.
 
İşte böyle Aykız. İngilizce ve Öğretmen deyince hep aklıma gelir.
 
Arasam belki tebriki bulabilirim. Yıllarca saklamıştım.
 
-Ne güzel bir anı bu. Nefesimi tutup dinledim ve dinlerken sahneler canlandı gözümün önünde. Aslında öğrenciliğin güzel taraflarından. Muhakkak her öğrencinin hayatına, gönlüne dokunan bir öğretmeni olmuştur. Ondan ilgi görebilmek ya başarıyla ya da haylazlıkla olurdu. Hangisine yakınsan onu yaparsın.  Size kızması bile ilgiydi.
 
Acaba o dönemlerde ailelerimizde kalabalık oluşumuzdan ya da hep işlerinin var olmasından dolayı bulamadığımız ilgiyi başka yerlerde mi arıyorduk bilemiyorum. Ama bir yoksunluk vardı galiba.
 
 Hoş günümüze bakıyorum da çağın en büyük hastalığı: İlgi.
 
Ve bu ilgi hastalığı hiç sınır tanımıyor. Sürekli aç ve doymak bilmiyor.
 
-Biliyor musun tam 45 Yıl sonra, ilk defa, içimden öyle geldi, sana anlatmak istedim.
 
Hayat böyle be Aykız. Her insanın kendine özel, anlatamadığı, mahcup olacağım, yadırganacağım endişesi taşıdığı özelleri var.
 
Çok yoruldum herkesin gözlerinin üzerimde olduğu hayattan.
 
Biliyor musun tam 45 yıl sonra, ilk defa, içimden öyle geldi, sana anlatmak istedim.
 
-Sizi çok iyi anlıyorum Aydede’m.  El alem duvarları sürekli tuğla örüyor etrafımıza. Ve sürekli özümüzden uzaklaşıp onların istediği bir kılıfla dolaşmak zorunda kalıyoruz.  Bu da gönlümüzü yoruyor, ruhumuzu bunalımlara sokuyor. Bir gedik arıyoruz, bir ışık… Karanlığımızdan bir nebze olsun sıyrılabileceğimiz.
 
Hadi ben doğduğum şehri bahane edip, deliliğe vuruyor, tuğlalara balyoz indiriyorum da sizin işiniz çok daha zor.
 
Ne zaman dertleşmek istersen Aykız burada, Aydede’sini dinlemeye hazır. Çocuklaşmaya, şen kahkahalar atmaya.
 
Fakat bir dahakine elin boş gelme emi, bir topitop, eti puf olabilir mesela. Ha bir de balon… Çocukların yanına eli boş gidilmez bilmiyor musun akıllım, elinize bakar dururlar.
 
Gidiyor musun?
Aydede’den Aykız’a 
Giderken aya söyler misin, penceremden ayrılmasın. Karanlıktan korkarım ben.
Aydede’den Aykız’a 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir