Bahtiyar

İLKNUR İŞCAN KAYA
Bahtiyar |ÖYKÜ|
 
Güz sadece mevsimlere mi uğrar? Sararan yapraklara, üşüyen sulara, unutulan çiçeklere uğramaz mı? Ya kış, kış kime uğrar? Soğuk toprakla buluşan soğuk bir bedene mi, o bedenin yaşadıklarına şahit olan vefakâr bir doktora mı, hayalleriyle göçüp giden, duyulmayan çığlıkların sahibine mi? Yoksa anlatılamayanlara vakıf, dili lâl, kulakları sağır, gözleri kapalı duvarlara, sedyelere, kefenlere mi?
 
“Benzemez kimse sana
Tavrına hayran olayım…"
 
Ne güzel söylüyordu Müzeyyen Senar. Her zamanki gibi… Bahtiyar, bir yandan onunla şarkıyı mırıldanıyor, bir yandan da -ütüsü olmuş mu diye- sık sık, yarım saattir kalın tabanlı ütüsüyle ütülediği desenli gömleğine bakıyordu. Sırf bu ütü meselesi yüzünden, her zamankinden bir saat erken kalkmıştı. Allah'tan ütü yaparken müzik dinlemeyi âdet hâline getirmişti de… yoksa çekilecek gibi değildi.
 
Nihayet ütüsünün tamam olduğundan emin olunca, prizden çekti ve gömleği hemen üzerine geçirdi. Yüksek bel pantolonunu giyinip, deri kemerini taktı. Böylece çok şık bir kombin oluşturduğuna inandı. Ardından aynadaki kendine, fiyakalı bir bakış attı. En son kabarık saçlarına da şekil verince, "Tamamdır!" dedi.
 
Aynaya bakmaya devam ederken birden, artist bakışlarında, capcanlı gözlerinde bir donma sezdi. Küçültücü bir nokta… Sanki tüm mutluluğuna musallat olmuş bir düşman… Nokta gittikçe büyüyordu ve işin kötüsü Bahtiyar onu nerede olursa olsun tanıyordu. Geçmişten gelen önsezileri ile ne zaman onunla karşılaşsa, mutlaka kendisinin kaybedeceğini biliyordu. İşte, yine başlıyordu yakasını bırakmayan vesveseler… 'Seni gören de, hayatının görüşmesine ya da yıllarca beklediğin o kişiyle buluşmaya gidiyorsun sanır. Bu kadar abartacak ne var sanki? Yirmi beş yıldır değişmeyen talihin bugün mü değişecek, güldürme beni…'
 
Önce oldukça yükselmiş olan sağ kaşı düştü, sonra dik omuzları kanatlarını indirdi, en son dudak etrafındaki gülümsemesi yok oldu ve soldu. Asıl şimdi tamamdı. Gerçekçi duruşuyla aynaya verdiği poz, ona ve hayatına tam oturmuştu. Umutsuzca önce pikabı, sonra kapıyı kapatarak sessizce evden çıktı.
 
Hava kapalıydı. Yağmur bekleniyordu. Tenha yolda ilerlerken, sonbaharın bin bir tonunu sergileyen, sağ tarafında uzayıp giden yamaçlara çevirdi başını. Hep böyle yapıyordu. Mevsimleri en iyi okuduğu yer, her sabah işe giderken gördüğü bu yamaçlardı. Şehrin kalabalığından, keşmekeşinden, sembolik görüntüsünden arınmış bu saklı köşe. Yazı da orada okurdu, baharı da. Kışı da güzü de. Yirmi beş senedir.
 
Güzel anlar çabucak biter ya hani, kötü anlar ise sanki yıllar sürer. Bu yamaçlardan geçtiği dakikalar da ışık hızı ile geçip gider, biraz önceki gibi gerçeklerin sofrasına kurulurdu Bahtiyar. Adı Bahtiyar olmasına Bahtiyar’dı; ama bahtı kapkaraydı. Anacığı kısmeti bol, rızkı geniş, talihi, şansı açık olsun diye bu ismi ona vermiş olmalıydı. Ama kader önce, ona bu ismi veren anacığını elinden almıştı. Ablasını apar topar evlendiren babası yeniden evlenmiş, Bahtiyar’da bu koca şehirde bulmuştu kendini. Önce bir akrabalarının yanına yerleşmiş, onun da evlenmesi ile kendine ayrı ve yapayalnız bir hayat kurmuştu.
 
Yoldan geçen minibüse el kaldırdı. Uygun bir yere geçip oturdu. Radyoda "Erkekler Ağlamaz" şarkısı çalıyordu. Şarkıda söylendiği gibi "Erkekler hakikaten ağlamaz mıydı?" Suç üstü yakalanmış gibi hissedince, bir ürperme geldi Bahtiyar'a. Eğer suçsa bu ve tespit edilirse müebbet yerdi maazallah. Zor olsa da üzerinde durmamaya ve bu duygudan sıyrılmaya çalıştı.
 
Minibüs yol alırken insanlara ilişti gözleri. Her yaştan insana. Her birinin ayrı ayrı öyküleri vardı kuşkusuz. Kendisi gibi kırk yaşını aşmış ellerine indirdi başını. Baktı uzun uzun. Onlar da Bahtiyar gibi bahtiyar değildi, soğuktu ve artık yaşlanıyorlardı. Gönlünün hayata kırık olduğunu hatırladı. İçinde akan o incecik sızlamayı hissetti. Elini kalbine götürdü ona destek olmak için. Bir gün bir yerde duracaktı ama nerede? Etrafına baktı. O yer, bu tıklım tıklım, küçücük minibüsün içi olmamalıydı. En azından ölürken umduğu gibi olabilmeyi, ölebilmeyi isterdi.
 
Fabrikadan her zaman olduğu gibi büyükçe sesler yükseliyordu. Kapıdaki görevliye başıyla yumuşak bir selam verip içeriye girdi. Mesai başlamış, herkes işinin hakkını vermek için didiniyordu. Evine ekmek götürmek, geçim derdi, muhannete muhtaç olmamak… Kendisi de başındaydı iplerin. Yıllardır incecik iplerle örülü dünyasında adına sadece yaşamak, işe yaramak denebilecek bir gaile idi onunki. Son birkaç yıldır, ipleri sağarken hayatı da tüketiyor gibiydi. Fabrikada yerine yenisi konuyordu iplerin. Ama hayat insana ikinci bir şans vermiyordu. Bu muydu peki hayat? Uyu, uyan, ye, iç, çalış. Bir noktaya kadar evet buydu Bahtiyar için de. Ama bu kadarı anlamsız geliyordu. Sık sık, sabah da aynada gördüğü o nokta, çözemediği anlamsızlığın işareti miydi yoksa?
 
Üstüne kıyafet alınca, başını örten bir çatı bulunca, tenceresinde kaynatacak rızkı kazanınca yetmez olmuştu bu kadarı. Ses istiyordu, soluk istiyordu hanesinde. Bir can yoldaşı istiyordu yanında. Kapısını açtığında kendisine koşan, onu sarıp sarmalayan, bu özlemle akşamı zor eden çocukları olsun istiyordu. Duvarda duran saate baktı. Olur muydu bu saatten sonra? İş yerinden arkadaşı Vahap'ın sesiyle kendine geldi.
 
“Boşuna saate bakma, daha mesainin bitimine sekiz saat var.” Bahtiyar ses çıkarmadı. Derdini anlatmayı bırakalı çok uzun zaman olmuştu. Vahap’a da bunlardan söz edecek değildi ya. O da çileliydi zaten. Karısı hastaydı. Kendisi de onun ateşinde yanıyordu işte. Yıllardır çocukları olmadığından, hasta olduğunu söylüyorlardı etrafta. Ama hiçbir şey sormamıştı arkadaşına. Sorup yaralarını kanatmak istememişti.
 
Öğle yemeğinin ardından ikinci vardiyaya geçildi. Uzayıp giden makinelerde iplere büküm verildikçe, duygularını da gözden geçirmeyi sürdürüyordu Bahtiyar. İpler koptuğunda çıkmazları, düğümlendiğinde çaresizlikleri, kırıksız, çıkıksız akıp gittiğinde mutluluk, saadet içinde onu bekleyen günleri aklına geliyordu. Sadece renklere bir anlam yükleyemiyordu. Renkler… Bahtiyar’ın hayatında sadece siyah ve beyaz kalmıştı. Onlar da renkten kabul edilmiyordu zaten. Günde yirmi beş ton ip üreten fabrikanın kapısından çıkarken bu tekdüzeliği de, ömrünün sırtındaki yükler olarak kabul etti. Geldiği gibi minibüse bindi ve evinin yolunu tuttu. Bir günü daha tüketmişti. Sıradan, vesveselerini doğrular nitelikte geçen bir günü.
 
Fırından sıcak ekmek aldı. Eşi, çocukları değil ama dünden yaptığı kuru fasulye evde onu bekliyordu. Yanına koyacağı iki üç kaşık yoğurt ile akşam yemeği işi tamamlanırdı. Sonrası… Sonrasını hep ertelenmişti. Yine öyle yaptı. Kararmaya başlayan ve bu kez sol tarafında kalan yamaçlara çevirdi başını. Renkler akşamın karanlığına teslim olmuş, ağaçlar sadece varlıklarını ve orada beklediklerini haber veren siyahi birer siluete dönüşmüştü. Gökyüzünden yağmur taneleri dökülmeye başladı. Böyle olunca adımlarını hızlandırdı. Ayakları da, yokuşu tırmanırken yorulduklarını ve tükenen dermanlarını hissettiriyordu Bahtiyar’a. Sessizce onlarla konuştu. “Az kaldı.”
 
Nihayet üç katlı evin, sokak ışığının aydınlattığı beyaz badanasını gördü. Kendisi birinci katta oturuyordu. İflahı kesilen parmakları ve rahat vermeyen sivri burunlu ayakkabıları da onun gibi mutluydu. Durdu ve biraz nefeslenmek istedi. Sokakta kimsecikler yoktu. Yazın çocuk sesleri ile cıvıl cıvıl olan sokak, havaların serinlemesi ile sus pus olmuştu. Bir anlam veremedi bu sessizliğe.
 
Biraz dinlenince tekrar yürümeye başladı. Apartmanın önüne geldi. Cebinden anahtarını çıkardı. O sırada cılız bir ses işitti. Önce umursamadı. Sonra sese kulak verdi. Çok yakınından geliyordu. Çıktığı basamaklardan geri döndü. İner inmez, yerde bir çift gözle karşılaştı. Kendisi gibi dermansız, yalnız, güz yaşayan bir canla. Üşümüş, korkmuş, titreyen bir bedenle. Eğildi, kucağına aldı. Yavru, ellerinde ısınmaya başladıkça, Bahtiyar’ın da yüreği ısındı, gözleri doldu. Keskin bir serinlik işliyordu etrafa.
 
Yağmur başladı. Yağmura sığınsa ağlayabilir miydi? Sokak ıslaktı. Kimsecikler yoktu. Sonbahar rüzgârı esmeye devam ediyordu. Yapraklar oradan oraya uçuşarak eşlik ediyordu rüzgâra. Issız sokaktan fiyakalı bir araba geçti. Ankara Rüzgârı plağı dönüyordu evin birinde.
 
Yaz kime uğrar? Kesişen yollara mı, buluşan kalplere mi? Yıkıntıların, üzerinde yeşeren çiçeklerle buluşması gibi. Bir ömür aranan anlam birkaç saniyede bulunabilir mi?
 
Elinde yavru kedi ile içeri geçti Bahtiyar. Şimdi her ikisinin de yüreği sımsıcaktı.
 
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir