MEHMET ALİ BAL
Baki İsm-i Celili
“El-Bâkî İsm-i Celili” öz olarak ''Varlığının sonu olmayan, ebedi olan" demektir.
Lügatte “Bakiye (Ba-Kaf-Ya) / Bekaaen” kelimesi “Devam etmek, sabit olmak, kalmak, baki kalmak, fazla kalmak” anlamlarında kullanılmıştır. “Bekaa/ Bekyen hu bi aynihi” kelimesi ise “Bakmak, gözetlemek” manasında; “Ebka/ ibkaaen hu” kelimesi “Bırakmak, sabit bırakmak” bu kelimeye “Aleyhi” izafesi ile “Acımak, merhamet etmek”, “Alaa hayaatihii” “Hayatını kurtarmak” anlamında kullanılmıştır.
Farklı kalıp ve izafelerle değişik anlamlara geldiğini de görmekteyiz. “Kurtarmak; terk etmek, bırakmak; bir işte yarış etmek; bir şeyden arta kalmak; kalmasına gayret etmek; bırakmak; kalmasını istemek, esir ve mücrimi salıvermek; bazısını bırakmak, muhafaza etmek” bunlardandır.
“El- Ebkaa” kelimesi “Daha devamlı” demektir ki, Kuran-ı Kerim’de “Oysa ahiret daha bakidir” (El Ala/17) ayetinde bu mana görülmüştür. Tertipte “El Baki” İsm-i Celili bu kısımda yer almıştır: “Ebedi, devam eden” manası verilmiştir. “El Bekaau” kelimesi ise “İşin sabit olması, devamlılığı, beka, devamlılık” anlamlarında kullanılmıştır. Ahiret âlemine “Dar-ul beka” da denilmektedir. Bu kelimeden türeyen “El Bukvaa, El Bukyaa, El Bakıyyetu” kelimeleri (Çoğul) El Bakaaya” “Bir şeyden arta kalan” demektir. “Allah’ın helâlinden bıraktığı kâr (Bakiyyetu) sizin için daha hayırlıdır, eğer mümin iseniz, mamafih ben sizin üzerinizde gözcü değilim” (Hud/86) ayetindeki “Bakiyyetu” bu manadadır. “Hüve Bakiyyetü kavmihim” “Kavminin en efdalidir” manası verilmiştir. (El- Mevaarid/ Mevlut Sarı) Kelime farklı ıstılah sözlüklerinde değişik anlamlara da gelmektedir.
Akli ve mantıki çerçevede; “Beka” sonu olmamak demektir; evveli olmayanın sonu da olmamak lazımdır. Allah (cc) Bakidir derken, O’nun Evvel, Ahir, Zahir ve Batın olduğunu da zımnen ifade ediyoruz.
Baki İsm-i Celili Allah’ın (cc) varlığının devamını bildiren, keyfiyeti ancak kendisine malum bir kelimedir. Allah’u Tealanın Zati Sıfatları içinde yer alan iki kelime –Diğer Zati Sıfatları gibi- başka hiçbir varlığa izafe edilemez şekilde O’nun evveli ve ahiri olmamak keyfiyetini ifade ederler. Önü olmamak manasında Kadim, sonu olmamak manasında Baki denmektedir. Sıfat-ı Zatiye’de bu kelimeler “Kıdem ve Beka” olarak yer alırlar.
Bu çerçevede şunu söyleyebiliriz ki, bazılarımız “Baki İsm-i Celilini” sadece idrak ettiğimiz manada “Zaman bakımından sonu olmayan” şeklinde anlayabiliriz. Ancak, zamanın bir mahlûk olduğunu, yani Allah (cc) tarafından yaratılmış, bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok başka şeyle kayıtlı olduğunu düşünürsek Baki İsm-i Celilinin manasını tam karşılaması mümkün olmayabilir. Zaman bizler, yaratılmışlar için vardır, varlık fena bulunca zaman da fena bulacaktır. Dolayısıyla Allah (cc) keyfiyeti ancak kendi ilmine malum bir şekilde ebedidir, ezelidir, evveldir, ahirdir, mukaddimdir, müteahhirdir. O (cc) Hüve’l Baki’dir.
Allah’ın (cc) özellikle Zati Sıfatları ve bu sıfatlara işaret isimleri bakımından ilk idrakimize gelen Tevhit Hakikatinin tam tecellisidir. Bizim avamca tarzda anladığımız şekliyle tevhit hakikati sadece O’nun (cc) Zatının birliğine ve O’ndan başka ilah olmadığına delalet etmenin yanında, başta varlığı (Vücut), ezeli (Kıdem) ve ebedi (Beka) oluşu, Kıyam bi nefsihi (Kendi zatıyla var olması) gibi hususi ve mahremi İlahi hakikatlere, tecelli ve tezahürlere de işaret etmektedir, hatta ihtiva etmektedir. Doğrusunu Allah (cc) bilir.
Bu hakikatin manasını müdrik olunca diğer bütün esma ve sıfatların hakikatleri ve manaları tebellür etmektedir. Sübuti Sıfatlar gibi bazı varlıklar ile mahlukiyet düzeyinde de olsa ortak mana paydası olan isimlerin de manaları hakiki manasıyla bu şekilde anlaşılabilir. Allah’ın (cc) varlığının kendinden oluşundan gaflet içinde olursak bazı esmanın manalarını lafzi anlamları çerçevesinde bizim sahip olduğumuzu düşündüğümüz cüzi kudret ve manalar ile iltibas mümkündür. Mesela, Rahim, Vedut ismi gibi isimlerin tecellilerini ve manalarını beşeri düzeydeki gölgeleriyle karıştırmak mümkündür. Kahhar, Kadir, Muktedir, Vali, vb. kudret ifade eden isimlerin tecellilerini dünyevi krallar, melikler ve müstebitler İlahi Katlardan çalma gafletinde ve teşebbüsünde bulunabilirler. İbrahim’e (as) Nemrut’un veya Musa’ya (as) Firavunun dediği ve iddia ettiği gibi ölüleri diriltmek, rızık vermek, cezalandırmak gibi bazı manaları içeren isimlerin sahipleri oldukları gülünç ve saygısız tavırları milletlerine normalmiş gibi gelebilir. Allah (cc) korusun şirk böylesi bir sinsi ve alışıldık bir tünelden çıkıp gelebilir.
Keza Gani İsmi gibi esmayı çalmaya teşebbüs eden Karunların mevcudiyetini bilmekteyiz. Ulûhiyet hakikatini, sadece Allah’a ait esmayı ve sıfatları ve hükümleri değiştiren Bel’am-ı Baura’lar da tarihte görülmüştür. Bütün bunları düşündüğümüzde diyebiliriz ki, ancak, Tevhit hakikati merkezinde, Zati ve Sübuti Sıfatlarının ve bütün Esma-ül Hüsna’nın hakikatini tefekkür edersek, bu tarzda bir iman içinde olursak şirkten, tuğyandan, isyandan ve inkârdan kurtuluşa ermemiz umulur.
Allah (cc) “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalacak” (Rahman, 27) buyurarak, Baki İsm-i Celilini Zatının azamet ve kibriyasını ve vahdaniyetinim bir hakikat olarak hükmetmektedir. Bu hüküm Zatının (cc) esması ve tavsifi için sadece kendine malum yüksek hakikatler içerdiği gibi varlık âlemi üzerinde dehşetli tecellileri haizidir. Nitekim bir başka ayet-i kerimede "Sen Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etme. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O'nundur ve kesinlikle O'na döndürüleceksiniz" (Kasas, 88) buyurmaktadır. Bu öylesine bir hakikattir ki, en son din olan İslam’ın temsilcileri arasından bile aşırı sayılabilecek düşünceler ve kabuller ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında bazıları Allah’ın dışında hiçbir şeyin olmadığını, gördüğümüz her şeyin madum olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Ancak İlahi tecellilerden Kudret tayflarından Hikmet ve İlim tayflarına geçilirken varlığın O’na (cc) nispetle var olduğu anlaşılmaktadır.
Aksi yönde, bazı inkârcılar ve maddeciler de dış dünyadaki varlıkları haşa Allah’ın (cc) bir parçası addetmişlerdir. Hâlbuki Allah’ın (cc) varlığı kendindendir ve O’nun varlığı hiçbir yönden yokluğu kabul etmez. O (cc) Vacib-ül Vücut’tur. Varlığı kendinden olunca, varlığının başlangıcı ve sonu da yoktur. Esasen zaman, başlangıç, son gibi keyfiyetler ancak O’nun ilmine ve kudretine ve yaratmasına vabestedir. Dolayısıyla Allah (cc) kendi vücut ve bekası ile Baki’dir. Varlıklar ancak ve ancak O’nun kudret ve ilmiyle var etmesi halinde varlıklarını devam ettirebilirler. Allah’ın (cc) kudret, hikmet, ilmi, vb. gereği yaratılan dünyadaki varlıklar (Ayan-ı sabite) vardır, veri olarak kabul edilmelidir. Zira “Dünya ahiretin mezrasıdır, tarlasıdır”, edebi ahiret yurdunun hesap ve kitabı bu dünyadaki amellerimize göre yapılacaktır. Ancak, bu hal hiçbir varlığı Baki-yi Hakiki ve Mutlak olan Allah’ın (cc) seviyesine çıkaramaz. O’nun dışında her şey yok olucudur, fena bulucudur. “(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur” (Rahman/26).
Ancak, Baki İsm-i Celilinin de tecellisiyle baki bir âleme gidilecek, ebedi ahiret yurdunda kalınacaktır, Allah’ın (cc) Zatına bakan yüzleri itibarıyla ameller, güzellikler, niyetler ebedi ahiret yurdunda bekaya kavuşturulacaklardır. “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin Zâtı bâki kalacak” (Rahman, 27). Amenna ve saddakna. O (cc) ebedi bir hayat sahibidir. Eğer Zati Sıfatları bahsinde ifade edilen Vücudunun, Kıdem ve Bekasının, Kudret ve tasasarruflarının kendinden oluşunu tefekkür edersek, Hayat sahibi oluşunun da ebedi ve baki olduğunu anlarız. Bu mantığın aksi ifadesi ile ifade edersek, varlığı ve hayatı ancak Allah’ın (cc) yaratması ve kudretiyle mümkün olan varlığın hayat ve devamı ancak Allah’ın dilemesi ile mümkündür. O (cc) ne dilerse ve nasıl dilerse öyle olacaktır, öyle olmaktadır. Bunun ötesinde, O’nun varlığının, bekasının, hayatının, tasarruflarının ve ilahi hakikatinin tamamına vakıf olmak mümkün değildir, olamaz.
Varlık âlemi bir hikmet perdesi altında bir var edilme sürecini yaşamaktadır. Bu süreçte, doğum ölümü içinde barındırmaktadır. Varlık fenayı içermektedir. Bu en küçük varlıktan en büyük varlığa; değişik değişik şekillerde ve düzeylerde hayat biçimlerine nüfuz eden bir hakikattir. Bizler bu hakikatleri, beşeri idrak ve merakımız ölçüsünde, ilmimiz ve irfanımız nispetinde vakalar üzerinde müşahede ederiz. Yeri gelir aklımızın alamayacağı kadar büyük gökyüzü cisimlerinin var ve yok oluşlarını ilim sahasında tecrübe ederiz, görürüz. İlim sahasında diyorum çünkü öyle gök cisimleri vardır ki, milyonlarca yıl içerisinde doğumları veya ölümleri gerçekleşir. Bazen de tarihi vakalar içerisinde yerin dibine batırılan güçlü kavimlerin hayatlarını ve uğradıkları felaketleri görürüz. Bu felaketlerin hiç biri onların en akıllıları tarafından bile ön görülmüş değildi. Belki felaketin geldiği ana kadar beka tevehhümleri, kudret kuruntuları içinde yüzüyorlardı. İsyan eden kavimlerin melikleri ve âlimleri gücün gölgesini gücün kendisi, ödünç verilen zamanı baki kalmanın işareti olarak okuyorlar ve anlıyorlardı.
Hâlbuki tevhit hakikati ne kadar asli, kapsamlı, mutlak ve ilahi bir hakikattir. Bu yüzdendir ki, tevhide dair ayetlerde kapsamlı ve sistemik bir Uluhiyet buyrulmaktadır:
"Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez. O, yücedir, büyüktür." (Bakara/255).
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. (O) hayat verir ve (O) öldürür. Ve O, her şeye hakkıyla gücü yetendir./ O, Evvel’dir (Her şeyden önce var olan), Ahir’dir (Her şeyin helâkinden sonra bâki kalan), Zahir’dir (Delilleriyle varlığı apaçık olan) ve Batın’dır (Akılların O’nu idrak edemediği, Zât’ının hakikati bilinmeyen). Ve O, her şeyi hakkıyla bilendir” (Hadid/2,3).
Bu cümleden ayetlere Haşir Suresinin son üç ayeti gibi çok daha fazlasını da ilave etmek mümkündür. Sadece işaret edip geçmek istedim.
Peki, insandaki sonsuzluk emeli ve iştiyakı, varlığının ebedi bir hayat özlemiyle donatılmış halde yaratılması nedendir? Bu tabi ki, Allah’a (cc) isyan için, şirk için, rekabet için değildir. Çünkü sonsuzluk özlemini yaratan da Baki olan Allah’tır (cc). Allah (cc) Baki Zatı bilinsin ve ibadet edilsin, ebedi cennetleri istensin diye insanda bu duyguları yaratmış olması tefekkür çerçevesindedir. Yoksa Dergâhı İlahi’den bekayı çalmak için değildir, esasen çalmak da mümkün değildir.
Bu hakikati hayatımızın her anında bizatihi gördüğümüz gibi atalarımız özellikle görülmesini de istemişlerdir. Bu çerçeveden olamk üzere, mezar taşlarındaki “El Baki, Hüvel Baki” yazısı mühim bir idrak meselesidir. “Hüvel baki” tamlaması Arapça’ da münhasır bir izafeyi ve ifadeyi göstermektedir: “Baki olan ancak O’dur”. Baştaki “El Baki” kelimesi ise başta dikkatleri çekmekte, beka manasını nazara vermekte ve sonra da “Baki olan ancak O’dur” hükmünü ilan etmektedir. Bu sözün mezar taşlarına oyulması, yazılması ise bize canlı bir şekilde “Zatı Baki’ye” (cc) yönelmemizi ihtar etmektedir.
Dikkatle bakarsak, Antik zamanların kudret ve güzelliğinin varlığında cisimleştirildiği Kraliçe Nefertiti ve Firavun Akhenaton’un (MÖ. 1400) yüzlerinde de bu hakikati okuruz: “El Baki, Hüve’l Baki”.