SİBEL ÇAVUŞ
Beyaz Leblebi Çocukluğum |ÖYKÜ|
Süzülüp mavi göklerden yere doğru, omuzuma konan beyaz bir güvercin gibi, anıların kanatları arasında kaybolurdum. Ve o an, zamanın elinden bir hatıra düşerdi; tüyleri ak bir hilal kadar saf, ışıldayan bir hayal misali. Aldım elime, usulca okşadım; sanki mazi denizinin kıyılarına vurmuş bir dalganın sesiyle, ömrümün nezaret vaktine geri döndüm. Bembeyazdı tüyleri, öylesine parlaktı ki, açsam ellerimi, bir kuş gibi çırpınıp gidecekti. Eğildim kulağına, "Dur, gitme!" dedim. Hareli gözlerinden öpmek istedim yılların özlemini, mütereddit bir vuslatın şarkısına karışırcasına…Ümit Yaşar Oğuzcan’ın o keder dolu dizelerinde sade bulan o hissiyatla, “Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım,” derken; bir çocukluk rüyasının hülyasıyla dolardım. O anın neşvesiyle yüreğimdeki esaret zincirleri çözülür, maşikâne bir haletle, anılarımın gölgesine saklanırdım. Bir hatırayı ellerimde tutarken, onun her zerresinde saflığı, oymalarından sevda damlayan tahta oyuncaklarımı ve şair ruhumun ilk kıpırdanışlarını hissederdim. O beyaz tüylerin arasında sığınmıştı mazinin sesleri……
Ve işte, o hatıraların sesleri, tıpkı rüzgârın yapraklarda bıraktığı bir titreme gibi, içli içli her köşe bucakta kendini gösterir, iki katlı, müstakil bir evin içinde vücut bulurdu. Üst katında ayrı bir hayat, alt katında başka bir aile yaşarken, yanda bir başka dârın varlığı, bu serüvene anlam verirdi. Çocukluğumun coşkusuyla, haneme koşarak gelirdim. Hanife ve Dilek, iki kardeşti; onların evlerine girdiğimde burnuma gelen yayla çorbasının kokusu, hala aklımda. O kokuyu, her bir zerresiyle hatırlarım; üzerine dökülen yağ ve nane, o kadar keskin bir şekilde beni sarardı ki, her lokmada gönlüme bir şefkat neşter olurdu. Keşke Emine teyze bir kepçe daha koysaydı, diye geçerdi içimden. Sofralar kurulur, kim gelirse gelsin, evin kapısının sesiyle, meskene buyur edilirdi. O yuvada misafirperverlik, daimî bir gelenekti; her misafir, kendi evine gelmiş gibi ağırlanırdı. Annemin yayla çorbası, yoğurt çorbası olurdu. Yarma ile yapılır, üzerine yağda kızdırılan naneden gezdirmezdi. Çünkü babam sevmezdi. Babam ne isterse, annem de onu yapardı. Böyle de güzeldi ama o dârda içtiğim yayla çorbası, bir başkaydı.
Emine teyze, mahallenin en güzel kadınıydı; lâkin yalnızca güzelliğiyle değil, bahtiyarlığıyla da dillerdeydi. Zira kocası Mustafa amca; ütü yapar, çamaşır asar, yemek yapılırken yardımcı olurdu. Mahallede ki diğer erkekler onun gibi eşlerine bu kadar yardım etmezdi. Bir de Metin amca vardı böyle karısına yardım eden. Mustafa amca elinden her iş gelen bir adamdı. Tamir işleri, bahçe işleri mahir olmadığı bir şey yok gibiydi. Bize dua ve sureleri öğretir, Kuran okumayı öğretir, her gün irade-i gönül gibi nasihatlerde bulunurdu. Mahallemizin abisi Şahin abi, bitmeyen ödevlerin ve çözülemeyen havuz problemlerinin gerçek piri gibiydi. Eline defteri alan her çocuk etrafında toplanır, adeta bir yarış envârı içinde dersler yapılırdı. “Ben okudum, bitirdim,” “problemi çözdüm”, “buldum” sesleri etrafı sararken, ödülün sadece övgüden ibaret olduğunu bilirdik. Fakat, “Akıllı, ne kadar akıllı,” sözleri içimizi yakar, bir aşk gibi canımızı sarardı. Sanki ben biraz daha hızlı öğreniyor, her yeni bilgiyi bir damla su gibi içime çekiyordum, bu durum gözlerden kaçmazdı. Ne anlatsalar, bıkmadan dinler, öğrenmeye olan tutkumla adeta bir nehir gibi yol alırdım.
Ödev yapmak için bir araya geldiğimiz iki kardeşin yaşadığı bu beytin salonunda, tahta bir kamyonet vardı; salonun tam ortasında, sanki bir masalın içinde yer alıyordu. O kamyonet, tarif edilmez bir hüsne taşırdı; her bir parçası öyle işlenmişti ki, içine binip uzun yollara gitmek, çiçek bahçelerinde kaybolmak isterdim. Tekerlekleri tahta, pâye kısmı geniş, kasası hayatla dolu bir cihan gibiydi. Binsem, belki de bilinmedik yolları geçer, kim bilir, belki de mahbubemle bu kamyonun içinde uzaklara giderdik? Mustafa amca o kamyoneti öyle cemâl yapmıştı ki, her detayı özenle işlenmişti. Keşke bana da yapsaydı, ama bunu diyemezdim; ar olurdu. Kamyonetin ipinden tutup çeksem, hayalimin içinde kaybolurdum. O kamyonet benim olsa, her şey başka olurdu, kim bilir? O tahta; hayatın, sevinçlerin ve hayallerin ta kendisiydi.
Bitmeyen oyunlar arasında, sokaklar bizim için birer ev kadar samimi, evlerin bahçeleri ise birer keşif alanıydı. Hangi bahçeye girsek, orası bizimdi; duvarlardan tırmanmak, ağaçlara tünemek, salıncaklarda rüzgarla yarışmak latîf bir hâldi! Karnımız acıksa bile, öğünleri ayakta, geçiştirirdik, zamanı oyunlarımıza feda ederdik. Evimizin hemen bitişiğinde, Bulgar göçmeni komşularımız vardı. Dışarıda, el birliğiyle yapılan ev salçalarıyla pişerdi yemekler. Her şeyin tadı farklıydı; sırayla İklime Teyze’nin deruni kapısında bekler, salça sürülmüş ekmeği, doya doya yerdik. Ardından, üzerine tatlı niyetine reçelli ekmek, karnımızda gözümüzde doyardı. Aç kalmak ne demekti, bilmezdik. Kimse "Ye!" demezdi, herkes kendi işini görürdü.
Bir de tornetler vardı, ne hızla inerdi yokuşlardan! Yokuşu indikçe, adrenalin kalbimizi çarptırır, lâkin ne zaman bir tornet yoldan çıksa, içimizde korku değil, bir kabul hali doğardı. Dizlerimiz her defasında yarılır, kanardı ama o gam! O acı, adrenalinle silinir, bir başka tat alırdı. Bir bakardık, "Ayşe, Yasemin gelin, yemek hazır!" diye sesleniyordu anneleri. Hemen peşlerinden gider, yere serilen o geniş sofraya biz de otururduk. Sini denilen tepsi, bir orman kadar büyüktü. Üzerine dökülen bulgur pilavı, öylesine boldu ki, bir o kadar da bereketliydi. Yanında turşu da vardı; herkes elleriyle, büyük bir iştahla yemeğe dalardı. O yemeklerdeki samimiyet, tıpkı bir dost meclisinin havası gibiydi. Yufka ekmekler bulgur pilavını kucaklardı. Biz de öyle bükmek isterdik ama tam kavrayamazdık; belki de o yufkayı, bir sevda gibi sımsıkı kavrayabilen yalnızca onlar vardı. Annemde bulgur pilavını kendine has yapardı yeşil mercimekle; kokusu evin sıcaklığıyla harmanlanmış, yalnızca bizim aşhanemize özgüydü. Mahalledeki kadınlardan, yapmasını öğrendiği bazlamalar kadar içten olan bir başka ekmek yoktu.
Sendedir mahzen-i esrar-ı mahabbet sende, der Şeyh Galib; mahallenin her köşesinde, her taşında bir aşkın, bir muhabbetin mühürlendiğini idrak ederdim. Her lokma, her çiğnenen ekmek parçası, birliğin, sevginin, özlemin ve bağın yek olmuş halini taşırdı. O bulgur pilavının içinde umut vardı; her lokmasında bir fütüvvet, her kaşıkta bir marifet saklıydı. Evin sofrası, yer ile gök arasındaki kutsal dengeyi barındıran bir mekâna dönüşürdü. Arş ve kürsü, yufkaların kaşık olduğu dumanı üzerinde tüten aşta şekillenir, her lokma bir başka âlem, bir başka cennet olurdu.
Ardından, o iki katlı evlerin merdivenlerinin köşesinde küçücük bir dünya kurardık. Merdivenin her basamağında bir oda, bir hayat inşa edilirdi. Üzerine kilimler serilir, halılar yayılır, evcilik oyunları başlardı. Biri anne, biri baba, biri çocuk, biri bebek olurdu… Hepimiz en çok bebek olmak isterdik; nazlanmak hoşumuza giderdi, bundan olsa gerek. Oyunların biri bitmeden bir diğeri başlardı. Top oynar, koştururduk; yakan top, istop… Gece gelse de oyun bitmezdi bizim için. Hiç kaygı yoktu, elbette… Çünkü her adımda hayat vardı, şerâda huzur bulunurdu. Belki de yetişkin olunca, bu deneyimler bir kalkan gibi koruyacak ve elemler karşısında bize dayanma gücü verecekti. O sokak, bizimdi…
Komşunun bahçesine saklambaç oynamaya gider, ebe bulmasın diye türlü numaralar yapardık. Ebe yokken, ağaca ellerimizi yapıştırıp, "Sobe!" diye bağırırdık. Kazanan belli olurdu, kaybeden küsmezdi. Küsmek ne demekti ki? Bunlara küsülmezdi. Bizim dünyamızda, her şey paylaşılır, kıskanmak da oyunlarımıza dair bir parça olurdu. Naralarla gelen nayloncunun sesi duyulurdu: "İğde var, keçi boynuzu var, patlak toplar!" Onun elindeki her şey, bizim için bir hazineydi. Para veremezdik, ama elimizdeki patlak toplar ya da eskiyen naylon terlikler karşılığında bir avuç beyaz leblebi, keçi boynuzu almak, kısa bir mutluluğun bedeli olurdu.
O an, evlerin avlusundan, iki büyük duvarın arasında şeb gibi yayılan bir ses yükseldi: "Anne, yandım yandım!" Arda’nın sesi, mahalledeki her evin kulaklarına çalınırdı. Güneşin altında, leğende yapılan banyoların sıcak sularıyla, hayatın her anı başka bir tat alırdı. Bu yıkanmalar beş dakikada biterdi; kimse üzülmezdi. Yüzlerdeki ifadeler umut doluydu, her anı, her saniyeyi dolduran bir yaşam vardı. Sevdalar, hüzünler, kahkahalar… Eğer bir karı-koca kavgası varsa, herkes duyardı ama kimse bir şey söylemezdi. Ama kimse de, "Kavga ettik," demezdi. Arda’nın hezeyanlarının duyulduğu sırada, mahallede başka bir manzara da gözler önündeydi. Bisiklet sürmeye çalışan çocuğa, Metin Amca yardım ederdi. "Metin Amca ne iyi!" derdik. Bisiklet sürmeyi öğrenecek her çocuk, Metin Amca'nın öğreticiliğinden geçerdi, her birimiz birer adım daha büyürdük.
Mahallede, canı sıkılan kadınlar, erkekler toplanır; bir sohbet, bir kahve, bir sohbet daha… Halı yıkamak, birlikte pişi yapmak; paylaşmaktı. Ancak bu tatlı anlarda, yavaşça kararan bir gökyüzü gibi, gönlümde bir burukluk, bir hüzün belirir; her anı, her gülüş, her bakış içimde bir başka hal alırken, yine de "İyiyim," derdim. İçimi kimseye dökmezdim.
Cahit Külebi’nin dizeleri gibi:
"Mahzunsam mahzunluğum benim,
Size ne benim mahzunluğumdan?
Geceler boyu denizlerim var,
Kapkara akan çeşmelerim.
İyiysem iyiliğim benim,
Size ne benim iyiliğimden?
Bilmeyin hikâyemi, işte
Öyle yaşar giderim."
"Mahzunsam mahzunluğum benim,
Size ne benim mahzunluğumdan?
Geceler boyu denizlerim var,
Kapkara akan çeşmelerim.
İyiysem iyiliğim benim,
Size ne benim iyiliğimden?
Bilmeyin hikâyemi, işte
Öyle yaşar giderim."
Ve biz de, böyle yaşadık; sessizce, fakat bir o kadar derin, her anın içinde bir kıymet bulup, ne hüzünle, ne sevinçle, ne de başka bir şeyle duraklamadan, hep ileriye doğru. Mahallemizin, belki de en büyük hediyesi, ne olursa olsun, birlikte büyümekti. O eski tahta kamyonet gibi, mazinin yokuşları arasında, dem aldık. Eski olmasına bakılmaksızın, tahta kamyonet, yaldızlı boyalı oyuncaklardan daha alımlıydı; Bir viranenin içinde bulduğumuz hazineydi. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’nin dediği gibi; “Harâbât ehlini hor görme şâkir, Defîneye mâlik viraneler var.” Ve bizler, o günlerin evlerinde, hep aynı gökyüzüne bakarak, birer hikâye yazmaya devam ettik.
Fakat bir soru aklımıza takılmadan edemezdi:
Bir gün, o eski sokaklarda tekrar koşabilecek miyiz?
Bir gün, o eski sokaklarda tekrar koşabilecek miyiz?
Bir gün, o eski sokaklarda tekrar koşabilecek miyiz?
Tebrik edrim hocam güzel bir öykü. ilham veriyor okuyana. Kalbine, kalmine sağlık olsun.
Yazıyı okurken resmen çocukluğumun o safiyane düşüncelerini yüreğinde hissederek okudum. Emeğinize, kaleminize, fikrinize sağlık. Sayenizde muhtesem yazinlardan istifade etme fırsatı buluyoruz
Emeklerinize sağlık muhtesem bir çalışma
Ne güzel bir yazı olmuş çocukluğuma gittim geldim
Çok güzel bir çalışma olmuş emeğinize sağlık 👏👏👏
Sibel hanım çok güzel olmuş ellerinize emeklerinize fikrinize sağlık sizde yeni süprizler bekliyoruz.
Kendi çocukluğumuzu gördüm, tekrar o günlere dônme hayali sardı dünyamı, zihninize sağlık ki bu hayali bizlerle yaşattız.
Değerli yazarımız, çocukluğumuzun o pak, naif ve güzel zamanlarına götürdü bizi. Güzeldi o zamanlar çünkü insanlar güzeldi. İbrahim Sadri'nin ifadesiyle dillerin, saatlerin bozuk olduğu fakat insanların sağlam olduğu zamanlardı. Kalemine ve yüreğinize sağlık değerli hocam.
Emeklerinize sağlık hocam yine çok anlamlı bir yazı olmuş.
Kaleminize sağlık hocam çok güzel bir ürün çıkarmışsınız yine
Saygıdeğer hocam ellerinize emeğinize sağlık çok güzel bir çalışma 👏
Elinize emeğinize sağlık. Çok güzel, akıcı bir hikaye olmuş.
Emeğine sağlık yüreği güzel hocam çok güzel bir öykü 👏
Tebrikler yüreğinize sağlık
Emeğine sağlık yüreği güzel hocam çok güzel bir öykü 👏
çok guzel bir yazi olmus cocukuguma dondum
Emeğine sağlık saygıdeğer hocam çok güzel bir çalışma olmuş.
Bu hikaye, geçmişin sıcak ve samimi anılarını, mahalle kültürünün derin bağlarını ve çocukluğun masumiyetini büyük bir duygu yoğunluğuyla aktarıyor. Yazar, geçmişe dair detayları öyle canlı ve içten bir şekilde anlatıyor ki, okuyucu kendini o sokaklarda, o evlerde, o sofralarda buluyor. Mahalle hayatının paylaşımcı, sıcak ve bir o kadar da naif yapısı, hikayenin her satırında hissediliyor. Çok güzel bir hikaye olmuş. Teşekkürler
Tebrikler
"Değerlerimize sahip çıkmak tıpkı eski günlerde olduğu gibi gelenek görenekleri yaşatmak" ellerinize sağlık hocam çok teşekkürler
çok kıymetli hocam çok güzel bir öykü olmuş yüreğine kalemine ve emeğine sağlık.🤲
Hocamızın edebiyatçı kişiliğini konuşturduğu harika bir yazı olmuş👏
Emeğinize sağlık hocam okurken çok mutlu oldum.
Canım Sibel hocam yaptığı her işte harikalar yaratan güzel yürekli güzel yüzlü kadın..çok seviyorum seni..hayat yoluma yön veren sibelim