İSMAİL OKUTAN
Bir İsyan ve Bir Ateş |ÖYKÜ|
Kaç gündür sulamamıştı odasındaki çiçekleri? İyice büzüşmüşlerdi bu yüzden. Renkleri solmuş, aşağıya doğru düşmüştü yüzleri. Çiçekleri çok seviyordu. Onlarla konuşmak, ilgilenmek artık vazgeçilmez bir alışkanlığı olmuştu. Çiçeklere baktıkça sakinleşip rahatlıyordu. Yerinden kalktı, tek tek saksılara baktı, toprağını eşeleyip köklerini havalandırırdı, güzelce suladı. Sözleriyle yapraklarını okşadı, sevdi onları. Konuştukça çiçeklerin karşılık vererek büyüdüklerine inanıyordu. Suyunu içip güneşini alıp parlayan, paralayıp sevgi dağıtan kadife çiçeğinin yanına oturdu.
“Sen ne kadar güzel kokuyorsun ne kadar güzel parlıyorsun çiçeğim” dedi sakince. Sözlerinin onları mutlu ettiğini, onlara neşe kattığını düşündü. Onların da hayatına huzur ve mutluluk kattığına inandı. Yaşamı yeşil tutan en güzel tarafıydı çiçekler.
“Açar elbet bir gün bizim de gönlümüzün çiçekleri,” dedi içinden, çiçekleri sularken. Bakımını tamamlayıp onları iyice sevdikten sonra koltuğa geçti, eline televizyonun kumandasını aldı, kısık olan sesi açtı. Akşam haberleri yeni başlıyordu.
“İsrail, Kudüs’te Mescidi Aksa’da ibadet eden Filistinlilere saldırdı,” yazıyordu alt başlıkta. Ekrandaki dehşet verici görüntüleri görünce üzüldü. Bir an öfke ile dolup taştı. Olan biteni anlamaya çalıştı: “Bu zalimleri kim durduracak,” dedi içinden. Kameraman, bombalanan sokakları, binaları gösterirken haber muhabiri de soluk soluğa kalarak elindeki mikrofona konuşuyordu. İşgal ve savaş bölgesinden, ağır bombardıman altında kalan mahallelerden haber veriyordu. Heyecanla kıyamet sahnelerini anlatırken sesindeki titreme heyecanını ortaya döküyordu.
Sonra alt yazı değişti. “İsrail’in, Mescid-i Aksa ve çevresinde gerçekleştirdiği saldırılarda çocuklar dâhil 24 Filistinli şehit oldu, 103 kişide yaralandı,’’ ibaresi geldi ekrana, muhabir de aynı şeyi söylüyordu.
Yüreğini kanatan bu üzüncü ve yürek yaralayıcı haberleri daha fazla dinlemeye dayanamadı, başka bir kanala geçti fakat orada da Filistin’in başka bir yerinde benzer bir haber veriliyordu. ‘‘İsrail’e ait savaş uçakları, Gazze’yi bombaladı: Şehit sayısı 150’ye yükseldi,’’ diyordu. Bu kez Gazze sokakları, bombalanan binalar, evler gösteriliyordu. Canlı görüntülerdi bunlar. ‘‘Savaş uçaklarının, Gazze'nin batı kesimindeki Şati Mülteci Kampı'nda bir mahalleye düzenlediği saldırıda, çoğu çocuk yirmi Filistinli daha şehit oldu. On Mayıs'tan bu yana yüz elli Filistinli şehit oldu, dokuz yüz Filistinli yaralandı’’ sözlerini duyunca yüreği kanadı, yerinden fırlayıp ayağa kalktı.
Televizyonda bazı kelli felli, sakallı adamlar ile süslü ve makyajlı kapalı bir kadın, uzman olan kişiler, yazar, çizer takımı, bilmem kimler, saldırı ve katliamları sorumsuzca, bilgiç edalarla tartışıp konuşuyorlardı.
İyice sıkılıp daraldı, oda iyice küçüldü. Duvarlar birbirine yaklaştı, üzerine doğru geldi. Dünya küçülmüş, bir köy olmuştu. Yüreğinde dikiş tutmayan yaralar açılırken illegal sancılar toplandı kalbinde. Emperyalist saldırgan güçler dünya üzerinde bir örümcek gibi ağını örüyordu. Yiyip bitirmek, öldürüp yok etmek için ağını tamamlamak üzereyken önlerine çıkan engelleri de aşmak için var güçleri ile amansızca, vicdansızca saldırıp duruyorlardı. Dev bir ejderhanın ağır adımlarla kendine doğru geldiğini fark etti sonra.
Ana caddeye nazır bir yerde otuyordu. Korna sesleri gelmeye başladı dışarıdan. Kalkıp balkona çıktı. Uzun bir konvoy oluşmuştu. Arabaların camlarından sarkan gençlerin elinde Filistin bayrakları, mescidi aksa flamaları vardı, arabaların hızıyla esen rüzgârda sallayıp duruyorlardı. Konvoy uzadıkça uzadı, kalabalık çoğaldıkça çoğaldı İsrail büyükelçiliğine doğru gidiyordu. Bir hınç, bir öfke, bir heyecan, bir intikam ve bir insicam içinde sel gibi akıp toplandı büyükelçiliğin önünde.
Çiçeklerine baktı, üzgün görünüyorlardı, çam ağacının dallarına konan güvercinlere baktı, gagalarını indirmiş, kanatlarını kapatmışlardı, bir hüzün vardı bakışlarında. Bulutlara baktı iyice siyahlaşmışlardı, matem tutmaya başlamışlardı. Sonra o güvercinler uçup gittiler, nereye haber uçurdular acaba? Sonra o bulutlar da dağılıp gitti, nereye yağdılar acaba? Onun olduğu bölgeye ise yoğun bir ıstırap yağıyordu.
Haberler çok kötüydü, göstericilere katılmak için hınçla kalktı yerinden. Yumruklarını ve dişlerini aynı anda sıktı, kendini iyice kasmıştı. Kudüs’te Filistinlilere yapılan katliamı, zulmü kınamak isteyen bir kalabalık toplanıyordu. Nihayet evden çıktı, nihavent makamında bir türkü çalarak. O anda yüreğindeki bütün duygular canlandı. Bir isyan ve bir ateş sardı içini. Kapının önünde ne zamandır duran tozlu ayakkabılarını giydi. Alelacele indi merdivenlerden. Hızla sokağa attı kendini. Bu sefer nereye gideceğini ne yapacağını biliyordu. İçinde yoğunlaşıp ağırlaşan hüzünle birlikte ağır ağır yürüdü, yüreği burkutulmuş şehrin sokaklarında.
Korna seslerinin arasından geçti. Kalabalığın arasında epeyce yürüdükten sonra karabaş köpeğinin peşinden geldiğini görünce durdu. Dönüp başını okşadı. “Hayırdır karabaş, sen nereye gidiyorsun, ne arıyorsun burada. Merak etme ben iyiyim,” dedi. “Haydi, sen dön, eve git, ben de gelirim birazdan.” Köpek kafasını sallayıp döndü. “Hah işte böyle ol, aferin sana,” dedi.
Sokakları doldurup caddelere taşan, meydanları dolduran kalabalığa baktı. Bir an durup kalabalığı uzaktan seyretti. “Yüreği bu kadar hassas ve heyecanlı, bu kadar onurlu ve duygulu, bu kadar tepkili ve bilinçli bir topluluk var mıydı bu şehirde?” diye düşündü. “Eğer bu kadar şuurlu bir halk varsa sömürü ve işgal bölgeleri neden esaret altındadır, ezilmiş halklar neden işgal altındadır,” dedi içinden? Kalabalık gelip onu geçti.
Yanı başında bir arabanın korna sesini duydu. Ona çarpmamak için kornaya basmıştı. Döndü arabadaki adamlara baktı ve eliyle zafer işareti yaptı. Onlar da gösteri için çıkmışlardı dışarıya. El işareti yaptılar, o da arabaya binince hızla kalkış yaptı. Tam gazla korna çalarak atıldılar eyleme doğru.
Arabanın camından baktı. Büyük ve gösterişli bir binanın önünde durdular. Her taraf polis kaynıyordu. Çok sayıda panzer de sevk edilmişti gösteri alanına. İşte bunu anlayamıyordu. Kimi, neden koruyorlardı, niçin koruyorlardı? Bakarken gözü yaşardı. Bu erkekçe bir davranış değildi. Sinir küpü olmuş bir vaziyette arabandan indi. Gözyaşlarını sildi.
Büyükelçiliğin önünde mahşeri bir kalabalık toplanmıştı, ABD ve İsrail aleyhine ateşli sloganlar atılıyordu. Kuvvetli bir heyecan dalgası onu göstericilerin önüne kadar sürükledi. Yumruklarını sallayıp haykırıyordu.
Panzerlerden tazyikli su sıkıldı üzerlerine. Bıraksalar, bir kurşun gibi fırlayıp duvardan atlayıp polis kordonunu geçecek, binaya dalacaktı. Bunları yapmaya iten bir güç vardı, bir öfke vardı içinde. Sonra göz yaşartıcı bombalar atıldı. Dönüp kaçmaya başladılar. Çil yavrusu gibi ara sokaklara dağıldı kalabalık. O ise inatla direniyordu. Gözlerinden akan yaşlar bombanın değil vicdanın etkisiyle akıyordu dışarıya.
Yanan, gözyaşı akan gözlerini kısarak polislere doğru yürüdü, yakalayıp kollarını arkadan kelepçelediler fakat onun gözü hiçbir şey görmüyordu. “Öyle tütüyorsun ki gözlerimde ey Kudüs, sen benim kalbimin gıdasısın,” diyordu içinden.
Polisler kalabalığı dağıtıp oradan uzaklaştırdı. Onu da polis arabasına bindirdiler. İçinde toplanan illegal sancılara kimse engel olamıyordu. İçinde başlayan isyana, tutuşan ateşe engel olamıyordu kimse.