Bir Mektup Okudum Saraybosna’dan

CAFER TURAÇ
Bir Mektup Okudum Saraybosna’dan
 
Dost gitmiş. Dostlar gitmiş. Birinin “Güneş Donanması” vardı, onunla. Diğeri amcam, rüyası yağmurlu olan. Sesi sulara değmiş olan. Saraybosna’da binlerce mümin ahitleşirken, onları anmıştım. İkisinin de konuşma hasretlerini biliyordum. Dönüşte ikisiyle de görüşmeyi düşlüyordum. Ayvaz dedenin selâmını, Blagay evliyâsının su duasını anlatacaktım. Olmadı, çıktığım yolculuğun bir aşk konvoyu olduğunu kalbim çarpa çarpa söyleyemedim. Dualarımız onlarla olsun; hem şair hasbi insan Alaeddin Özdenören  hem de amcam Mustafa Özbey’le.
 
Yağmurla karşılıyor bizi Saraybosna. Sarayevo’nın ışıksız yüzüne bakarken yıkanıyoruz. Uzaktan, Hakan Albayrak el sallıyor. Bir an önce şehri süzmek istiyorum. Bulunmaz adam Hakan Albayrak, hayatının bütün köşelerini yıkmış; el ediyor, şehrin ortasındayız. Ruhuyla geziyor şehri Hakan. İşaret ettiği her şeyin özel dilini soluyor. Karış karış geziyoruz, ilk günün gecesi saat 04.00 yorgunluğumuz yok, mutlaka “Aliya penceresinde bize bakıyordur” diyorum içimden “Aliya hasta” diyor, ayaklarım tutuluyor. Oysa ben Aliya’nın ellerini tutup, derin gözlerine bakarım diye umutlanmıştım. Bilge Kral’a dua ediyorum, yerdeki havan topu lekelerine basarak. Havaalanında üzerime dökülen çayın lekesini hiç mi hiç umursamıyorum, duvardaki vahşetin renklerine bakarken.
  
Ertesi gün Tünel’deyiz. Savaş sırasında, tamamen kuşatılmış olan Saraybosna’yı, BM denetimindeki havaalanının altından Kurtarılmış Bosna’ya bağlayan “Hayat Tüneli”nde. Nar ağaçları henüz çiçeklerini açmamış, yüreklerine saklı Boşnaklar gibi. Tıpkı Alaeddin ağabeyle amcam gibi. Onlar da yüzyıl konuşacak dostlar arıyorlardı. Tünel yapımı için evinin delik deşik edilmesine izin veren, Saraybosna’ya nefes aldıran, tünelin başlangıç noktasının kendi evi olmasıyla haklı olarak övünen mücahit, savaşı anlatıyor. Herkes ağlamaklı. Oğlunu Bosna ordusunda general görmek istiyor. Oğlu, askeri okulda okuyor, şimdi… Evin bahçesi dost bahçesi oluyor, etrafta duygusal bir ırmak akmaya başlıyor. Kenarda bir tekir yavrusu. Alıyorum kucağıma. Burada yaşanmış acıların tanığı gibi bakıyorum ona… İçerde, şehit resimleri asılı, bayraklar flamalar. Bir film gösterisi izliyoruz. Dayanılır yanı yok. Yakılıp yıkılan evler, kurşuna dizilen gençler, yüreğim kaldırmıyor. Ne yapmam gerektiğini çıkaramıyorum. Uzun uzun susuyorum işte. Sonra saygı defterine şunları düşüyorum; kaderini yaşamadığınız şehrin, aşkını ve kederini anlamakta zorlanırsınız.
 
Ardından, otobüslerle şehitliğe çıkıyoruz. Sarıklı ve fesli mezar taşları, beyaz güvercinler gibi hafifçe değiyorlar toprağa. Oradakiler sanki orada değiller. Şehrin her köşesindeler. Daha çok yukarısından bakıyorlar. Sebilin yanından geçerek, Başçarşıya giriyoruz. Başçarşının ayakucunda şehrin tılsımı var. Bir çeşme. Yeniden şehre dönüp gelmek için, kana kana içiyorum bu tılsımlı çeşmenin suyunu. Moriça Hanın hikâyesi de uzun. Nargilelerinin marpucunu, ahaliye sopa gibi tutan Moriç kardeşlerin; padişah fermanıyla yanık bir türküye dönüşen hayatları.
 
Miljacka ırmağı, yanmış Milli Kütüphanenin sırlarını taşıyor. Begova Caminin cemaatini yıkıyor gibi akıyor, şehitlerini alnından öpüyor. Birden dağılıyorum, kırmızı kiremitli evlerin birinden davet bekliyorum. Ve o davet bir tiyatro salonu oluyor; Konya Devlet Türk Tasavvuf Musikisi Korosu enfes bir konser veriyor. Yol boyu, merakla, bu sazları taşıyan genç müzisyenleri izlemiştim, şimdi ağlayan Boşnak ailelerin duygularını çözmeye çalışıyorum. İhmal edilmiş birlikteliğin hayıflanmasını duyar gibiyim. Avlulu güzel evleri düşlüyorum, türküler söylenen. Yahya Kemal’in “Balkan şehirlerinden geçerken çocukluğum / her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum” deyişini işitir gibiyim. Saraybosna’ya “âşık yedi genç” ten biri gibiyim. Begova Camiinde Cuma namazı kılan Gazi Hüsrev Bey gibiyim. Direniş için yakılan ateş gibiyim.
 
İkinci gün, Mostar’a gidiyoruz, köprümüzün ayaklarına el sürmeye. Neretva ırmağının neden yeşil aktığını söylemeyenler gibiyiz. Çünkü hayatlar az az yaşanmış burda. Bir günü bir ömür gibi yaşamışlar, alınlarında kırık çizgiler yok, yüzler aydınlık. Gölgeler biriktirmişler, kendilerini saklamışlar. Belki acılar geçirmiş, yenilgiler tahammülle aşılmış; şarkılar, resimler, aynalarla. Şarkıda adın var, resimde kıyafetin, aynalarda sırrın. kahvede ise kimliğin. Mostar, Fellininin kasabaları gibi. Narin bileklerine köprüler takmış şehir. Yüzü gölgesiz şehir. Sokaklarında Osmanlı rayihası. Yürüyorsunuz, biri saz çalıyor, ama çok sesli yalnızlık sizi vurmuyor. Savaş sırasında alçakça yaralamışlar şehri, hava bombardımanıyla. Mehmet Selimoviç’in evinde Derviş ve Ölüm’ü okuyoruz. Kardeş yarası sarar gibi. Bedestene iniyoruz. Yetmiyor zaman. Rüya erken bitiyor, dönüyoruz. Bir daha gelişimde diyorum Mostar’a birkaç gün ayıracağım.
 
“Yağmurun kapandığı bir sesle birliktedir” diyor üstad Sezai Karakoç. Blagay Tekkesini görmüş müdür, bilmem ama bu muhteşem mekâna, bu mısra çok yakın durmuş. Üstelik yine yağmura tutulduk. Suyun kaynağından alınan abdestin bile bizi yeme-içmede alıkoyduğuna şahit olduk. İnat ettik, güzelim alabalıklardan vazgeçtik. Kafilemiz yavaş yavaş tekkeye sızınca, ses benzerliğimiz aynı oldu; dost dost ya hû. Namazlar kılıç yarası gibi derin, dualar kardeş türküsü gibi. Ayrılmamak gibi ayrıldık ordan.
 
Narla incirin gölgesindeyiz artık; Poçiteli. Serin antik kente girerken nedense “ne Godiva geçer yoldan / ne bir kimse kör olur” diyorum İsmet Özel’i anarak. Dağa tırmanıp şehri buluyorsunuz. Bulduğunuzdaysa kaybetmek istemiyorsunuz. Bu serin merdivende sürekli oturmak istiyorsunuz. Yıkılan, tahrip edilen cami yeniden yapılıyor, birkaç ev de öyle. Dar sokaklardan geçerken, size söyleniyor kalbiniz; biraz daha kal! Siz giderken gelin gibi süzülüyor; Poçiteli. Size mendiller vermiş, kanayan mendiller.
 
Yine Sarayevo. Osmanlının saat kulesinin etrafında, zamanı arıyoruz. Tatlıcı Şerif ustayı, Muyo’yu, Mirzayı, Cengizi, Burhanı arıyoruz. Aradığımız kendimiz. Gecikmiş duygularımız. Yeni bir duygu dili kurmalıyız. Yeni duygu cümleleri. Günlük yaşantılarına renk vermeliyiz, bizden. Çünkü kaldırımlar ayırmıyor insanları, başka başka şeyler.
 
Ahitleşme günü, Ayvaz Dede yukarlarda bizi bekliyor, Ayvatovitsada ormanlar, akarsular geçeceğiz. Evler, ezanlar, şenlikler geçeceğiz. Kızlar, oğlanlar, kasabalar geçeceğiz. Bayraklar asılı kalplerde, pencerelerde. Eller sallanıyor, oraya! oraya! der gibi. Otobüsümüz Prusats-Akhisar’da duruyor. Sabah mahmurluğu tırmandığımız yokuşta eriyor. Burası bayram yeri. Birazdan sancak töreni başlayacak. Alanda, burada olmanın mutluluğunu paylaşan binlerce insan. Yüzler dokunaklı. Cami avlusunda yine üzücü tablo; caminin minaresi uçurulmuş, duvarları delik deşik. Su sızar gibi gözyaşı sızıyor duvardan. Dışarda da öyle. Anne ve kızları. Sokulmuşlar birbirlerine ağlaşıyorlar. Belli ki, şehit babaları uyandırmış onları bugün. Osmanlı sancağına bürünerek dualar etmelerini istemiş. İlahiler, şarkılar eşliğinde, bayrak ve bayraktarlar okunuyor. Şefkatli bir elin avucunda mutmain beklemekteyiz. Dağların seslendirdiği bir dirim şarkısı bu. Tören alanına yürüyoruz, tören mi gerçekten yoksa büyük bir buluşma mı? Arkamızdan atlılar geliyor, sisleri yırta yırta. Bir soylu duruş bu. Dillerini gizleyen, atlarını gizleyen, duygularını gizleyen soylu ruhların yürüyüşü bu. Rengiyle, şarkısıyla, gülüşüyle de yaşayabilirmiş bir halk.
 
Panayırı dolaşıyoruz; onların seslerine karışmak istiyoruz. Rock şarkılarına eşlik etmeye. Bir kasaba kafesinde soluklanıyoruz. Sonra kalenin bedenini görenlerle yola koyuluyoruz. Alana geldiğimizde bekleşen muazzam kalabalık büyülüyor bizi. Ellerinde seccadeleri, yağmura tutunarak bekliyorlar. Tasavvuf Musikisi Konseri ve ardından Semazenlerin gösterileri gözyaşı ve dua getiriyor. Süleyman Gündüz’e Sezai bey için, Akif Abi için Ramazan Dikmen için her yıl gelmeliyiz buraya diyorum. O Alaeddin Abi için de diyor. Ekliyor, Alaeddin Abi de vefat etti. Kalakalıyorum. Meğer biz yola çıkınca hakkın rahmetine kavuşmuş, Kerem’ine kavuşmuş Alaeddin Abi. Yaramı topluca kılınan namaz sarıyor. Herkes ayakta, yüzler mevlâya eller mevlâya dönmüş dua ediliyor.
 
Önemli bazı adamların ileride önem arzedecek fotoğraf kareleri alınıyor; ama bu büyüyü bozan bir unsur olmuyor. Duygular doğurganlaşıyor, yoğunlaşıyor; herkes güzelliğe teslim oluyor. İlk cümleler bu dini ritüellerin kuşatıcı atmosferini yansıtıyor. Kimisi bu aşk konvoyunda yolculuğun sürmesini istiyor. Kimisi yapımcısı belli olmayan bir sürü film çekiyor. Eller yukarı, herkes bizimle oyunu oynanıyor. Kâfile iniyor aşağıya. En son biz kalıyoruz. Ayrılmak istemiyorum alandan. Herkese bir şey duyurmak istiyorum, yağmurla abdest almış çam ağaçlarının eteğinde; bu şarkı bitmesin diye, Ruhsati’den esinlenerek “burası Yusuf makamıdır /  kalalım bir zaman, ne olur olsun” diyorum
.
Travnikte de yağmur. Aliya İzzet Begoviç son mitingini burada yapmış. Çinko çatılı evlere bakıp eski mahalleyi geziyorum, subaşında dinlenip, Osmanlı güzeli bir camide namaz kılıyorum. Anlatılanlara inanmıyorum. Travnike inanıyorum. Havuzlu bahçede kahve molası yorgunluğumu alıyor.  Dönüşte türkü sağanağı oluyor Akif abi söylüyor, Yusuf söylüyor, söyleyemeyenler söylüyor. Biri radyoyu açıyor; İbrahim Paşalı. Bayrağımızı taşıdığı kadar konuşuyor (saatlerce). Hatice ve Hilal gurbette kardeşler nasıl uyur onu gösteriyor. Zehra’nın ve Rıfat’ın sesleri gelmiyor. El ilanıyla aranmış önemli adamların, yemeklerde tarifsiz sesli diğer yerlerde suskun seyirleri sürüyor.
 
Hiç yorulmayan mihmandarımız uyumuş, tırnak içinde arka mahalle adamları; Bay Ruhi, Bay Mehmet, Bay Mükremin aşktan ve arkadaşlıktan sırılsıklam, Bayan Emine sorusuz oturuyor yol boyu. Hepsinin sevgilisi Saraybosna, bir daha gelişinizde öteki mektubumu okuyacaksınız der gibi bekliyor. Genç Müslümanların lideri Ömer Bey de biliyor bunu. Sevgili Hakan Albayrak’ın sevgili kayınpederi ve kayınvalidesi de. Mavi inat şehir Sarayevonun gelenlere yaptığı ilk şarkı değil ki bu. Emira’dan da duydum. Ayşe ve Fatma’dan da duydum. Mavi inat şehir Sareyovo’nun buraya gelenlere cilvesi bu..Budapeşte’de gurbeti sinesinde karartmış adamdan da duydum. Gömleğime iliştirdiğim gülden de duydum; Saraybosna kalbin şehridir.
 
Bu kalbi bilmeyenleri,  ne gördüm ne de duydum.
 
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir