MAİDE BAYRAKTAR
Biraz Bahar Biraz Gün Işığı Var
“Narçiçeği sakalıyla
Akar Guadalguivir ırmağı
Granada’nın iki ırmağı
Birinden kan akar
Öbüründen gözyaşı”
Yalnızlık diyordu şair bir ovanın düz oluşu gibi bir şey. Hayır, yalnızlık; bir sanrının gerçeğe en yakın hali, maddeden azade olan varlığın kendini bir bedene bağışlaması, kalp ülkesinde yürümesi ve adımlarının ezici varlığını hep aynı tekrar ile hissettirmesidir.
Ve “sabah şairin üstüne üstüne saldırıyor”
Işığın huzmeleşerek girdiği odamda gözlerimdeki çiy taneleri aydınlığı görüyor, uyanıyor. Fakat inanmıyorum pencerelere, aynalara, gece siyah, gündüz turuncu, kırmızı, sarı olan ışıklara ve saatlere ki hepsi dostum olan aynalar gibiydi; çalmasaydım gecenin inanca benzeyen vakitlerini…
Ruhum ki sesimi bile çok ışıklı bir akşama sattığıma şahittir.
Bir kentin ortasında ırmaklar geçiyor ırmaklar akıyor fakat denizler bekleyenini kaybetmiş. Gün geceyle bir başlamıyor, bir şeyin provası yapılıyor sanki akrep ve yelkovan arasında gidip geliyorum. İkindi rüzgârlarının hafifletici boşluğuna sığınarak kendimi güneşin nazar kıldığı sayfalara bırakıyorum. İşte bugün çok da sanatı olmayan ellerimi kavisler çizerek karmakarışık anıların zihnimdeki en toparlanmış haliyle kelimeleri üzerinde gezdiriyorum. Olmuyor, olmuyor…
Rüzgâr hep tersine esiyor, kuşlar da gitti… Fesleğenlerim de hiç olmamıştı zaten…
Bir çiçeğin bir umuda benzediği, umudun dua ve rahmet ile buluştuğu –yer yer yıkıcı sancılarla eşlik edip dışarıdan sağlam içerden harap olmuş bir yapıya benzetse de-bir tüyün olabildiğince hafifliği ve buna mukabil bildiğim bütün dizelerin kalbimi sancıya teslim ettiği yerin isimsizliği ile biraz gayret biraz da kelimelerin harp düzeni almasına hayret ederek diyorum;
“Bilmemek bilmekten iyidir” diyor şair. Kendimi bilinçli olarak anlamamayı tercih edişimin rahatlığına teslim ediyorum. Oysa içimdeki kuşlar başka bir mevsime göç ediyor. Yatağını bulamayan bir ırmağım; orada iyilik, biraz bahar, biraz gün ışığı var. Portakal ağaçlarının turuncu ve koyu yeşil hâkimiyetinden rayihalar sunuyor yeryüzüne. Sonra “önde zeytin ağaçları/arkasında yar” seneler belli belirsiz/mevsim ilkbahar. Bıçağın gülümseyen yüzüne baka baka yürüyorum iki yabancının ayak izlerine basarak ve sayarak kaldırım taşlarını. Adı ne olsa tutmuyor bu şehrin…
Gün gökyüzünden alıyor cesareti. Böyle anlarda umut hem bir peygamber çiçeğine hem de şairin henüz hiç yazılmamış şiirlerine benziyor. Kuşlar gökyüzünden devşiriyor bulutları. Göğün kuşlara emanet ettiği kalbin mağlubiyetidir;
Adı ne olsa tutmuyor bu şehrin
Yalın bir mevsimin yaz yağmurundayız
Kapı arasındayız istasyonların.
Vakit yine geçiyor yeniden geçiyor. Akşamları kadeh tutuyor ışıklara. Ben orkestranın arkasında izliyorum olup bitenleri. İlk şiirimi de bırakıyorum, ilk rüyamı ve ilk sıfatımı… Son tren de kâinatın en büyük boşluğunda kayboluyor.
Yine geç kaldın şair,
Irmağın yatağını kaybettiği yerdeyim
Ama vakit tamam
Şiir de bitermiş insanla birlikte.