NECLA DİLEK ARSLAN
Boncuktan Kalemler |ÖYKÜ|
Dile kolay, tam on yıl olmuştu bu okula geleli, Tüm otuzlu yaşları, en güzel yılları nasıl da hızlıca geçmişti bu tabelanın altında. Şimdi ise çaresiz ayrılık vakti gelip çatmıştı.
Öğretmenler odasında bir sandalyeye oturdu son kez. Aklı “git,” derken kalbi, hala “erken" diyordu. Daha açılmamış o kadar çok gülü vardı ki. Onların da açılmasını, güzel kokular yaymasını, güzelleşmesini istiyordu aslında. Sulanmamış çorak toprakları, karanlık, havasız odaları vardı. Fazla bir faydası da olmamıştı onlara ama çırpınıp durmuştu işte. Bir daha, biri daha solmasın, bir gülüm daha ölmesin diye.
Nasıl da hayattan koparmıştı bir çocuğu o hoyrat bahçe. Gözyaşlarını içine içine akıtmıştı duyunca. On dört yaşına gelen öğrencisinin suça bulaşıp o acımasız insanlar tarafından öldürüldüğünü duyunca aylarca vicdan azabı çekmişti. “Neyi eksik yaptık, nerde hata yaptık, nerede yetersiz kaldık,” diyerek kendine soruyordu durmadan. İçini yakıyordu durmadan, içli bir şarkının bir nakaratı gibi dönüp durmuştu beyninde.
Bahçedeydi belki de bütün suç. Keşke elinde sihirli bir değnek olsaydı da oradaki tüm zehirli otları, dikenleri bir anda yok ediverse, güllerini kurtarabilseydi. İstemsizce gözyaşları akarken yanaklarına, gözü masanın üzerindeki boncuktan kaleme takıldı. Bir öğrencisi yıllar önce hediye etmişti bu kalemi kendisine.
“Ne güzel bir kalemmiş bu oğlum, nerede aldın sen bunu” dediğinde aldığı cevapla yüzünde dondu tebessüm.
“Babam cezaevinde yaptı bu kalemi, sana gönderdi öğretmenim.”
Bu boncuktan, rengarenk, süslü püslü kalem ve kolyeler aslında bir mesaj, bir çığlıktı. Cezaevineydi o çocuğu çok seven babası. Ya annesi, amcası, dayısı ve diğerleri neredeydi? Hep aynı yoldan gidip aynı kaderi yaşamışlardı.
“Bak” diyordu boncuklu kalem hüzünlü bir sesle. “O çocuk burada, şöyle bir sev onu, kucakla onu. Titrek bakışlarına cesaret ol, sevgiye hasret kalmış yüreğine dokun.’’
Her gördüğünde o kalemleri, dersi bırakıp o çocuğu sıkıca sarmak gelirdi içinden. Kalemi hızlıca attı çantasına. Sonra mahmurluğu attı üzerinden. Sanki onu görmeyince unutacaktı kuruyan gülleri, açmayı unutan goncaları.
Küçücük bir yürekti işte, bilemezdi büyükler neyin kavgasındaydı. Başkasının malını kendine helal görmek ne demekti? Hırsızlık neydi? Başkasının çocuğunu para uğruna zehirlemek hangi vicdanda yer bulabilirdi kendine utanmadan.
“Bahçe”, dedi yine. “Ah hoyrat, bahçe sen aldın bizden, bazen anneleri, bazen evlatları.”
Son bir çırpınış gibi ekledi acı ve tuzlu gözyaşlarına duasını. “Ya Rabbim sen kurtar bu kötülüklerden insanoğlunu, izin verme, ne olur başka çocukların da canı yanmasın.”
“Ben artık gidiyorum güllerimi sana emanet ederek. Ne olur izin verme hiçbirinin kurumasına”