Celal Fedai ile Söyleşi

Şiir Dolaylarında
Bir Yolculuk
 
Celal Fedai ile Söyleşi
 
12 kitabıyla okurla buluşup edebiyatımıza ciddi anlamda emeği geçen, çalışkanlığı ve işlek kalemiyle tanıdığımız Celal Fedai ile pergeli fazla açmadan, Türk şiirinin bugünü, genç kalemlerin hal ve gidişi ve tabii “kendi şair tavrı” dolaylarında bir söyleşi gerçekleştirdik.
 
Söyleşi; Asanatlar adına editörümüz Hıdır Toraman tarafından gerçekleştirildi.
 
Şiirin başat öğelerinden biri olarak görülür yenilik, yeni kalabilmek. Gelgelelim bugünün şiiri pek bir sürpriz içermiyor, farklı bir tat, farkı bir kişilik taşımıyor. Kimsenin kendinden daha büyük bir şiire ulaşma derdi yok. Ortamdaki kısır döngünün nedenlerinden biri olarak bunu görebilir miyiz?
 
Öyle midir acaba? Bence bu önemli konuyu etraflıca yeniden düşünmeliyiz. Şiir şaşırtmalı mıdır bizi? “Yenilik” fikri, moda fikrinin şiir alanına sokulmuş halidir aslında. 19. yüzyıl anarşizmi her şeyi reddederken şairlerin büyük çoğunluğu buradan bir “jest” elde ettiler: Reddetme jesti. Kendilerinden öncekini reddederek kendilerinin var olabileceğini düşündüler. Tabii bu anlamı, vasat şairler çıkardı. Gerçek büyük şairler, reddetmeyi –eğer yaparlarsa- sadece jest olarak, şiir ortamında tebarüz edinceye kadar yaparlar. Ulu şairlerden bir tekinin bile şiirin yeryüzü tarihini temellük etmediğini gösteremezsiniz. Büyük şairler, kendileri gibi yazmasa da öteki ulu şairlere, kendileri bir şey demedikleri gibi dedirtmezler de.
 
Bugün Türkiye’de yörüngesini kaybetmiş, ne kendi etrafında ne de bir güneşin etrafında dönen şairlerden geçilmiyor. Her biri kendini yenilikçi takdim ediyor ama dedikleri de yazdıkları şiir de onları yalanlıyor. Şu gün dünyada hükmünü sürdüren yegâne ideoloji “popülizm” ideolojisidir. İrfan sahibi halkımız yığınlaştırılıyor. İlkin türküsü elinden alınarak oldu bu. Müziği, şiiri yaşamıyor halkın. Okumuşlarda da durum popülizme yönelince aynısı oldu.
 
Siz de bir yazınızda “Benzerler birbirini buluyor ve bir kendilik taşımadan aynı şiiri yazıyorlar.” diyorsunuz. Doğrusu benzeri bir şiiri yazmak kadermiş gibi davranıyor çoğu şair. Ortak bir havası var bütün şiirlerin, son yılların tedavüldeki şiirleri, “bütün şiirler” adı altında tek kitapta toplanıp yayımlansa tuhaf gelmez herhâlde okura. Ne dersiniz?
 
Günümüz şairleri popülizm ve postmodernizm noktasında benzeşiyorlar. Bugün Türkiye’de şiirde üç vasat var: Postmodern politik vasat, postmodern santimantal vasat ve postmodern popülist vasat. Bu vasatların hepsi şiiri akıllarıyla kuruyor, kurguluyor. Şiirin yaşamlarında ontolojik bir karşılık bulmasına izin vermiyorlar. Akıllarınca poz olarak görüyorlar şiiri. Geçici bir dönem bu. Şiir yeniden hayatiyet bulacaktır.
 
Geçici bir dönem olmasını umarız. 2015’e geldik, günümüz Türk şiirinin işgal ettiği yeri kendine mesele edinen biri olarak genç şairlerin varlığı ve durumu size umut veriyor mu? Gençlerde şiirimize karakter kazandıracak, yön verecek takat görüyor musunuz?
 
Kimi gençler var, az önce söylediğim popülizm ve postmodernizm kolaycılığına kapılmamayı güç olanı seçen. Fakat tebarüz etmişlerse de henüz tebellür edebilmiş değiller. Bu da biraz daha zaman alır. Çünkü bu gençler yan yana gelmiş değiller. Dağınık olarak dergilerde görünüyorlar. Ama tutumları zarif, müktesebatları yerinde ve mücadeleciler. Şunu vurgulamak lazım öncelikle: İçlerinden biri bile yeter. Ve o biri hep vardır. Umarım o birinin konuşabileceği başkaları da olur. Çünkü yük çok büyük. Tek başına taşınabilecek cinsten değil. Bir kişi ancak yükün kendi kısmını götürür. Lakin Türk şiir davası, poetik olduğu kadar politiktir de.
 
Genç şairin ahlakiliği sizi çok meşgul ediyor, her platformumda bunu dile getiriyorsunuz. Sanıyorum bu, biraz da sizin şiir davasına poetik ve politik yaklaşımınızla ilgili. Gençleri has şiire kanalize etmenin kaygısını taşıyan bir şair olarak size göre şair sorumluluğu nedir?
 
Evet, “Türk şiir davası poetik olduğu kadar politiktir de” dedim. Asaf Hâlet Çelebi’yi örnek vereyim. Uzaktan hiç de politik tavır sahibi alacak bir mizacı yokmuş gibi gelir. Şiirleri bir “dandy”nin naif fantasma dünyasını yansıtır.
 
“Züppelik”  demek istemiyorsunuz sanırım.
 
Tabii bu “dandy” ifadesini açmak lazım. “Snop”la, “züppe”yle karıştırılıyor. Oysa görünüş benzerliği var sadece. “Dandy” kişilik bizdeki “naif” kişiliktir. Çelebi, böyle olmasına karşın, 1955’te Metin Eloğlu Düdüklü Tencere kitabında Osmanlı tarihine ve bazı kutsallara şiirle bulaştığında, kafasına o düdüklü tencereyi geçirir ve Eloğlu’nu pislik edebiyatı yapmakla suçlar. Şiir davası budur. Kierkegaard, malum, kişinin geçirdiği aşamalardan söz ederken ahlaki aşama ile estetik aşamayı beraberce anar. Bize, şairin gayri ciddi bir tip olduğu öğretiliyor türlü şekillerde. Bu nedenle de pislik edebiyatı çoğaldı. Bu edebiyatın içinden de şiir çıkmaz mı? İlginç, sürprizli, çekici şeyler çıkar. Ama bunlar o anda ilgi çeker. Çelebi’yi hâlâ okuyoruz. Eloğlu’nun şiirleri bizi kimi zaman zekâsıyla etkiler. O kadar.
 
Benim ahlakilikten anladığım şiirin iç ciddiyetidir. Yoksa evliyken bir başkasına âşık olan her erkek için sıradan insanlar “ahlaksız” der çıkar. Oysa imtihanlar çeşitlidir. Kınandığınızla imtihan edilirsiniz, deniliyor. Bu bapta, kimse kimseyi yargılayamaz. Şiirin ahlaksızları şiirin uzamını zedeleyen şarlatanlardır. Molla Camî 15. asırda bunları şöyle sıralamış: Şiiri murada erme vasıtası yapanlar; her davete seğirten, ayrana üşüşen sinekler; herze söyleyip latife zannedenler; çuvaldızla delsen bir damla kan akmayanlar; kalbi kararmış dar ve eski hokkalar; kedi hırlayınca korkana “sen aslansın” diyenler; mücevherden anlamayan, umut ve korku ipine boncuk dizenler… Camî, diyor ki: “Biz bunların şiir diye yutturdukları sözüm ona incileri atlarımızın kuyruğuna diziyoruz”. Fütüvvetnâme’lerde mesela, meddahlar da böyle bir mantıkla sıralanmıştır.
 
Şair sorumluluk almaktan neden kaçar peki?
 
Sorumluluk, soruları olmak ve onları sormaktan kaçmamakla başlar ve soruların cevabını aldıkça ona göre değişebilmekle devam eder gider ki bir ömür süren bir yorgunluktur. Bunu da ancak kahramanlara hayranlık duyarak büyümüş erkekler ve kadınlar yapar. Bizim kahramanımız peygamberimizdir. O’nun çehar-ı yâr-i güzîn’idir. Müslümanlar mizaçlarına göre seçerler birini. Mesela yumuşak tabiatlı olanlar Hz. Ebubekir ve Osman, daha sert tabiatlı olanlar Hz. Ömer ve Ali’ye kendiliğinden yönelir. Biraz detaylı bakınca başka ayrımlar mizaca, meşrebe göre oluşur. Her meşrep kendi bünyesini o kahramanları taklit ederek zamanla bulur. Ne yazık ki bize kahramanlarımızı unutturdular. Nizar Kabbanî’nin Halid bin Velid’in İşten Çıkarıldığının Belgesidir diye uzun, muhteşem, politik bir şiiri vardır. Arap baharı yalanı başlayınca öğrencilerime rica ettim youtube’a koydular. Aynı şeyi nasıl da güzel söylüyor: “Kahramanlarımız iğdiş ediliyor ey yavrum.” Şair kahramanlarımız da aynı şekilde iğdiş ediliyor. Rahat bir hayat istiyorlar. Oysa ömür harcanmak içindir.
 
Sanat ve edebiyat kültür endüstrisinin, birtakım kültür merkezlerinin kontrolüne girdi; edebiyat şöyle ya da böyle isim yapmış kimseler arasında dönüp duran bir servet. Bu rahatsız edici bir durum. Bunun üzerinde durabiliriz…
 
Bir Nefs İmparatorluğu kurmak, şeytanın vaadinin bir parçasıdır. Bugün dünyanın her yerinde benliklerinin hazlarına kendini kaptırmış milyonlarca insan, bu vaadin bir oyuncağıdır. Önce müzik, başkalaşıma uğratıldı. “Bach’tan sonra” der Adolf von Grolman, “sanatçılar mukadderatlarına hâkim musiki yerine sahne musikisinin etkisine derece derece girdiler.” Sahne müziği, zavallılaştırılan insanın hayatıdır. Müzikten sonra hakikati karartılan resim sanatı oldu ki bu sanatın bünyesi zaten kırılgandı. Şiirse hâlâ direniyor. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ABD, sanatın ve düşüncenin merkezini New York’a taşımak istedi. Bunun için CIA türlü yollar izledi. Francis Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı’da anlatır bunu. Şeytan vaadini yürütür. İnsan acaba ne yapacak? Soru her zaman buydu. Bugün de bu.
 
“Konservatif Edimsizliği” işlediğiniz bir yazınızda “Sanatçının yapması gereken tek şey, kendini hakikate açık tutmasıdır.” diyorsunuz. Gelgelelim bugün “hakikat” şairlere pek de “toparlanın” demiyor, ayrıştırıcı iş görüyor daha çok. Ne dersiniz?
 
Neyi, ne için yapacağız? Mesele bu, diyelim. Bunun için bir “iş” eyleyeceğiz. “Aksiyon” yani. Martin Heideger, “Aksiyonun özü tamamlamaktır.” der.  
 
Bu tanım muhteşem doğrusu.
 
Her ne eylersek, “özü tamamlamak” için yapacağız. O “öz” nedir? Biz buna “hakikat” diyoruz. Grekler, “aletheia” diyor. Kelime Latince’ye “veritas” şeklinde aktarılınca, Heidegger’e göre, işler Batı dünyası için karışıyor. Çünkü “aletheia”, “açığa çıkarma” demek oysa “veritas”ta (aslı gibi olma) demek. Öyle ince bir husus var ki burada. Şöyle anlatalım, bir benzetme yapıyorsunuz ama benzetmeniz, meselenin önüne açıklayacağı yerde onu açıklamaya engel oluyor. Ontolojinin önüne epistemoloji geçiyor. Sanatta da bu, “olurmuş gibi olur” zaten. Ama insanlar olanı pekâlâ bilir. Wallace Stevens’in Mavi Gitarlı Adam şiirinde, insanlar “işin aslını” anlatmalarını isterler Mavi Gitarlı Adam’dan. Derler ki: “Gitarın mavi tabii… Anlatmazsın işin aslını.” O da der ki: “İşin aslı ben gitarımla anlatınca değişiyor.” Değişimin mahiyetini insanlar anlar aslında. Tabii buna göre eğitilmişlerse. Bugün böyle bir eğitim bilhassa verilmiyor.
 
İşin aslına gelecek olursak
 
İşin aslı şu: Bir Müslüman’a hayatın anlamı, işlerin aslı zaten verilmiştir. O, bunları arayarak vakit kaybetmez. Batılılar bunları arayana kadar ömür tüketirler. Batı sanatının, sanatçısının ömür tükettiği yerden başlar has bir Müslüman sanatçı. Tabii “has” ise ve İslam maneviyatının sanatla olan bağını doğru algılayabiliyorsa.
 
Sözü size, sizin şiirinize getirelim isterseniz. Siz bir endişenin, kaygının şiirini yazıyorsunuz daha çok. Şiir sanatı üstüne kafa yorduğunuz, Türk edebiyatına emeğinizin geçtiği hepimizin malumu. Yazılarınız, eleştirileriniz çok dikkat çekici. Düşünür ve eleştirmen Celal Fedai, kendi şiirini nasıl görüyor? İdealinizdeki şiiri yazdığınızı düşünüyor musunuz?
 
Şiirimden hamdolsun hoşnudum. Ben şiirin davasını güttükçe o dava da beni çekip çevirdi. Bana lütuflar verdi. Ben de onları insanlara poetik, politik yanları olan armağanlar olarak verdim. Armağanlar vereni bağlar. Ben her armağanımı en güzel şekliyle, bazısını yalınca çatarak, bazısını süsleyerek verdim. Şiirin tüm hünerlerini göstermek istedim. Beyit de yazdım dörtlük de, bir kitap dolusu bir tek şiir de yazdım iki dizecik de. Şiirle dil oyunları da yaptım; naif bir edayı takındığım da oldu politik olanı da: “Amacım bir savaşçı olarak savaş sanatının tüm inceliklerini göstermekti” demeyeceğim. Ben yalnızca, şiirin davası için savaştım ve büyük harfle yazılması için dua ettiğim bir şiir yazdım. Şiir üzerimde hükmünü yürüttü. Onun mağlubuyum. Hazreti Mevlana şöyle diyor:
 
“Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
 
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belaya attım
 
Bela içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu
 
Şiiri bir dava aracı olarak mı görmeliyiz illa da?
 
“Şiirin davası” derken, sosyalist gerçekçilerin şiiri ideolojileri için kullanmalarının oluşturduğu durumu kastetmiyorum elbette. Şiirin davası, insanın dünya hayatını dünya hayatı olarak, ömrü de bu uğurda harcanan bir sermaye olarak görmesidir. O vakit şiir, Allah’ın şair kuluna lütfu, şair kulun da başkalarına bir armağanına dönüşür. Şiirin davası, dediğim budur. Öyle ki her has şairde yenilenir. Edaları, farklılaşır. Özgeleşir. Oysa sosyalist gerçekçilerin yazdığı şiirler birbirlerinin aynıdır. Onlar gibi olan Müslüman duyarlıklı pek çok kişinin şiiri de birbirinin aynıdır. Bunun nedeni, şiirin davasını sınırlı şiir yetenekleriyle taşımak istemeleridir. Ben hep şiir, sadece şiir yazmak isterdim. Ama baktım ki “şiir ve şair idesi” bulanıklaştırılmış. Bunları hatırlatmam gerekti. Düzyazıya bu nedenle gerek duydum ilkin. Sonraysa, başka onlarca şeyin izahı gerekti. Bir başka husussa yazdığım şiirleri koruma isteğidir. Şiirlerimi düzyazılarımla korudum.
 
Sizin açınızdan şiir yazmanın fiziksel şartlarını açıklayabilir misiniz? Ya da şöyle soralım: Hangi ortamlarda şiir yazarsınız?
 
Her şey yaşarken olur. Kayda geçirilmesinin zamanı içinse nasılsa bir yer bulunur. İkinci şiir kitabım bir kitap uzunluğunda koca, kaplamlı bir şiirdi. O günlerde Nusret Fatih Ali Han’ın kavvallerini dinliyordum. Formunu bana bu müzik verdi. Şiirsel dramdır.
 
Kolay yazan biri izlenimi veriyorsunuz? Yanılıyor muyuz?
 
Kolay yazarım. Evet. Kayda geçirmek, bir lütfu ne kadar zaman alabilir ki… Fakat öncesinde her şey yaşarken onca zamanda olmuştur.
 
Son olarak şunu soralım. Şairi, “şiir yazan kimse” olarak tanımlamak size göre eksik kalacaktır, bu eksikliği nasıl tamamlarsınız? “Ülkede olup biten her şeyden sorumluyum” diyen kişiye şair demek size uygun bir tanım sayılır mı?
 
Şair kimdir? Yeryüzünün gelmiş geçmiş en has şairi, Celaleddin-i Rumî hazretleridir ki millet olarak ona “Mevlâna”, yani “Efendimiz” demişiz. Yani şiiri pek güzel bilen, şairi tanıyan bir milletiz. Çünkü Peygamberimiz şairlikle suçlanmış. Kitap’ımızda Şuara Suresi adında bir sure var ve orada şair, açıkça tarif ediliyor. Hangi durumda şiirin hak olduğunu biliyoruz. Bu bilgilere Batılılar sahip değil. Haiku düşüren Japonlar da sahip değil. Şairi, Mevlâna’yı biliyoruz. Ama mesela Mevlâna Hazretleri, “Şiir yazmak kim ben kim?” diyor Fihi Ma-fih’te. Demek ki şiir ve şair bu kadar değerli.
 
“Şair kimdir?” sorusunu yineleyelim o zaman.
 
Ama can alıcı olan, can alıcı olduğu için de cav veren yer burası: Şair kimdir ve şiir nedir? Ülke dar kalır bu nedenle. İnsanlığın tarihi, insanın Rabbinden kopuşu, şerle mücadelesi, nefsi, göğsünden çıkardığı nefes, Rabbinin üflediği ruh… Hiçbir alan şiir kadar geniş değildir. Hiçbir bilimsel etkinlik bu saydığım hususlardan ikisini yan yana getiremez. Şiir getirir. Şairin büyük yükü ve şiirin davası budur. 
 
2015’in eşiğindeyiz. Şiirden çok şahsiyetlerin tartışıldığı bir yılı geride bırakıyoruz. 2015’in şiirin konuşulduğu bir yıl olması dileğiyle…  Bu samimi ve verimli söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.
&
CELAL FEDAİ, 1972 Kayseri doğumlu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. 9 Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Ege Üniversitesinde doktora çalışmasını sürdüren şair, evli ve iki çocuk babası. İzmir’de yaşıyor.
Ali Ural ile birlikte Merdiven Şiir dergisinin editörlüğünü yaptı. İlk şiir kitabı Şeytanın Günlüksüz Irgadı 2001'de yayımlandı. Bunu 2002’de İmtiyaz Sahibi izledi. Celal Fedai, Parmak ile Boyanmış adlı üçüncü şiir kitabıyla 2005’te Türkiye Yazarlar Birliği ödülü aldı. 2010’da İç 2013’te de beşinci şiir kitabı olan Prensesleri Geri Çağırın yayımlandı.
 
Celal Fedai, bu söyleşide de vurguladığı gibi “şiir ve şair idesindeki bulanıklaş(tır)mayı” gidermek ve şiiri koruma altına almak amacıyla düzyazı sahasında da önemli çalışmalara imza attı. Şiirin rejenerasyonunu kavramsallaştırma çerçevesinde kaleme aldığı yazılarını 2007’de Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa adıyla kitaplaştırdı. Bunun ardından şairin, şiire dair hassasiyetlerini içeren ve ikinci poetika kitabı niteliğindeki Spekülatörlere Karşı Şiiri Savunmak (2009) çıktı. Yine aynı doğrultuda kaleme aldığı poetik yazıları Sözcükler İçin Savaş ‘Neo Klasik Tavrın Poetikası’ (2012) alt başlığıyla çıktı karışımıza. Fedai, modern Türk şiirinin ustalarıyla yapılmış söyleşilerden Şiiri Konuştular (2011) adıyla bir söyleşi derlemesi de hazırladı.

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir