İSMAİL OKUTAN
Diz Kapağındaki Yara İzi |ÖYKÜ|
Köyünden, o çok sevdiği evinden barkından, ana yuvasından ayrılalı yıllar geçmişti. Geçen yılları tek tek sayıyordu, kaç yıl geçtiğini unutmamıştı hiç. Doğduğu köye döneceği günü hasretle bekliyordu. Nihayet yıllar sonra bahaneleri bitirip engelleri ortadan kaldırdığında heyecandan yerinde duramaz olmuştu. Yüreği kıpır kıpır oluyordu. Arabadan inip doğduğu topraklara adım attığında, kırgın bir evle karşılaştı, taş duvarlar müthiş bir acıyla inledi. Kızgın bahçe feryat ediyordu, ağaçlar ölmüştü, küskün tepeler hasretle sarsıldı. Buna çok üzüldü, o günden sonra da her gün dağlarda, tepelerde dolaşan, hiç usanmadan, yorulmadan doğada yürüyen üzgün bir adam geziniyordu içinde sanki.
İçindeki kedere uygun bir rüzgâr esiyordu, bu rüzgârı tanıyordu aslında, kışın sonlarına doğru karı eriten, baharı muştulayan, ilkbaharı getiren, batıdan esen sıcacık samyeliydi bu. Bembeyaz örtü ile kaplıyken yeryüzü, esti mi karı eriten, insanın yağlarını eriten, sıcacık bir rüzgârdı bu rüzgâr. Esti mi, toprak ısınırdı, hemencecik yeşillenmeye başlardı, ilkbaharın ilk çiçekleri açardı sonra. Öyle durmadan, kederden ölüp ölüp diriliyordu sanki yıllar içinde kaybettiği şeylerin hasretinden. Kayıplarının şimdi yeni farkına varıyordu. Dağınık odasını düzenliyordu beyninin içinde; öyle sağlam bir özlemi vardı ki, odadaki eşyalarının hiç birini unutmamıştı, yerleriyle birlikte hep hafızasında saklı duruyorlardı, odadaki her şeyle birlikte.
Ne duvara gömülü dolaptaki dergileri, ciltleri bozulmaktan artık dağılmaya başlayan kitapları ne babasının elinden düşürmediği kitabı, ne dudağından düşürmediği duaları, ne kapının önünde kendisini bekleyen sadık karabaş köpeğini, ne ağılın içinde uzaktan gelen kuzu seslerini, ne de hasat mevsimi binip tarlaya gittiği traktörün o çok gürültü çıkaran motor sesini. Unutamamıştı hiçbirini, hiçbirinin içindeki yerini.
Ne duvara gömülü dolaptaki dergileri, ciltleri bozulmaktan artık dağılmaya başlayan kitapları ne babasının elinden düşürmediği kitabı, ne dudağından düşürmediği duaları, ne kapının önünde kendisini bekleyen sadık karabaş köpeğini, ne ağılın içinde uzaktan gelen kuzu seslerini, ne de hasat mevsimi binip tarlaya gittiği traktörün o çok gürültü çıkaran motor sesini. Unutamamıştı hiçbirini, hiçbirinin içindeki yerini.
“Ben bir damla muştu istedim, Rabbim bana bir yağmur dolusu rahmet gönderdi, uçurtmam bulutlara değiyor muydu” dedi içinden.
Uzakta beklenen yolcu gibiydi bu sıralar, kendi kendine çok kırılmıştı, neden bu kadar çok susmuştu, neden bu kadar çok geç kaldım diye, düşünmüştü. Sabrın tükendiği yerdeydi şimdi. İyi ki de öyle olmuş, yoksa bu gün burada olamayacaktı belki de. Şehrin üstüne diktiği elbiseyi, biçtiği rolü benimsememişti hiç. Üstüne giydirilen elbise eğrelti duruyordu, dar geliyordu, artık yırtıp atmanın zamanı gelmişti. Ruhunu bir kuş gibi özgür bırakmanın zamanı gelmişti.
Kaybettiği değil hiç kaybetmediği bir şeydi geçmiş. Yıllar içinde her şey değişmiş ve başkalaşmıştı ama değişmeyen ve kaybolmayan tek şey geçmişiydi. Kimsenin ondan alamadığı, dokunamadığı, değiştiremediği, öldüremediği tek şey. Öylece orada durup onu bekliyordu işte, yerinde yeller esen şu iğde ve kayısı ağacının kurumuş kütüğünde, şu yıkık bahçenin toprağında, şu yıkılan duvarların arasında, şu çeşmenin susuz kalan kornasında, şu hala yerinde duran evin içinde, merdivenlerinde, penceresinde hiç değişmeden öylece bekleyip duruyordu işte geçmişi.
Elini uzatsa dokunamazdı, hissedemezdi, sesini duyamazdı, sesini duyuramazdı, kımıldatamazdı ama öyle kutsallaşmış bir yokluktu ki orada, içinde bir yara olup duruyordu işte. İlk defa fark ediyordu ki, yokluk kutsal bir varlıkmış meğer yaşayan gizli bir varlık olmuştu. Yaşıyordu aslında içinde, bazen gizli olarak, bazen yanında açıkça. Hangi parçasının ne zaman, nerede ve nasıl ortaya çıkacağı belli olmuyordu hiç?
Dünya âlem biliyor ki, bir gece ansızın gelecekti işte kendi topraklarına, esir almaya gelen modern işgal unsurlarını, yabancılığı, kara duyguları, kara günleri kovacaktı buralardan, bunun için kalbinden onay çıktı. Artık rahatça girişebilirdi yapacağı işlere.
İşte bu benim hikâyem, diyebileceği ne kaldı bu topraklarda, yüzlerce akraba, yüzlerce ağaç, yüzlerce anı, onlarca ev, bahçe, şimdi hiç biri yok artık ölümcül bir yara olarak kanayıp duruyorlardı içinde mütemadiyen. Bozguna uğratmıştı herkesi modernizmin bencil ve işgalci anlayışı. Her geçen gün katlediliyordu toprak, toprağından koparılmış kendine yabancılaştırılmıştı insanlar. Odasının penceresinden bakınca kayısı, erik, elma ağaçlarının cesetleri üstünde gezdirdi bakışlarını.
Koyulaşarak akşama doğru yürüyordu zaman. Istırap, ah demirden bir ıstırap iştirak ediyordu içine, çoktan demir parmaklıklarla örmüş içinde ülkesini, içinde bir uçtan bir uca. İçinde tunçtan bir yapı. Dostluğa, komşuluğa, iyiliğe ve güzelliğe tutsak, yeşillik ve ağaçlar esir, her taraftan rehineler fışkırıyor topraktan. Güzellik eskidi, değerler çürüdü. Sokaklar ıssız ve sessiz mezarlıklar gibiydi. Oysa sempatik, şen şakrak geçmişti çocukluğu buralarda. Hem içini okudu acılarının, hem dışını yazdı, inadından vazgeçmedi, başka bir çocukluk, başka bir geçmiş mümkün değildi. Bu köşede, yıllar önce unutulmuş çocukluğu, oyunları, oyuncakları vardı, hayalleri, eyvahları, kahkahaları, gülücükleri, ilk arkadaşlıkları, ilkokul yılları vardı. Adresi boş olduğu için geri dönen mektup gibiydi şimdi yüreği. Geri dönmek istemiyordu buradan, yerli yersiz bir yabancılık duygusu kapladı içini.
Çocukluğunu kaybetmiş biriydi şimdi o harabeler arasında, bulmak için başka birilerine ihtiyacı vardı o saf duygularla, hesapsız kitapsız düşüncelerle oynadığı arkadaşlara ihtiyaç duyuyordu, fakat nerede, her biri dünyanın bir yerine savrulmuştu, her biri uzak bir özlem, kabuk bağlamaz yaraydı şimdi.
Diz kapağındaki yara izi duruyordu hala o büyük siyah kayanın üzerinde. Acısı geçmişti fakat acı çektiği vakitler hiç geçmemişti.