CANER KUT
Donuk Kaçış |ÖYKÜ|
Doğumu öncesindeki siyahlığı aşamadığından olacak, yaşamı, kendini bildi bileli bir tutukevinde geçiyordu. Az sayıda kişinin barınmakta olduğu bu yapının tek görevlisiydi. Her günün sabahında iri, ağır kapıların büyük gıcırtılarla açılmasıyla elleri ve ayakları zincirle bağlı birilerini getirirler; teslim ederlerdi. Çoğu iki, bazan daha fazla askerin nezaretinde hücrelerine konulup gözlerindeki hâlâ süren hükümsüzlük bir kenara bırakılıp kapılar uzun gıcırtılarla kapatılır ve askerler en büyük kapıyı da dışarıdan kilitleyip giderlerdi. Geriye kalanlar kaderleri, mahkûmlar ve kendisidir.
Dışarısı diye bir şey yoktur.
Zaman her şeyi değiştirdiği gibi taşı da yontabilirdi. Şüphesiz onun da düşünce elbiseleri değişmek zorundaydı. Merak duygusu baştan aşağı giydiriyordu. Tutukluların yüz çizgileri burada tamamen değişirdi. Sürekli bir kaçış fırsatı kolluyorlardı. Bu yüzden ellerini saklamak, bedeninin herhangi bir parçasını onlara kaptırmamak zorundaydı. Elbiselerin kokuştukça, insanların konuştukça ürettikleri düşüncesizliğin, tekdüzeliğin ortaya çıkaracağı meraksızlığın, ne yazıktır, sürekli yenilenen tutuklularla oluşturduğu paradoks bir fırsatçılığa doğru kayıyordu. Yüz çizgilerindeki o hiç değişmeyen bozulma, ağır kokan havanın zincir sesleriyle kurduğu anlamsız dostluklar, vahşi bir suskunluk olması neticesi bir tanımsızlıktan öte ne olabilirdi ki? Sonra kendi mahkûmiyeti? Her gün değişen kaderlerin, mahkûmların tek değişmeyen gardiyanı olmanın getirdiği? Tek bir düzenli cümle kuramamak? Kısırlık? Bir öğe olmanın dışında bir düşünce, bir yuva olamamak? Kurumuş bir tenasül? Başka dünyalardan gelenlerin bırakıp geçtikleri hoşnutsuz yüzleri… Ve bozulan kendi yüz çizgileri…
İlk kez sadece kendini kapsayan bir karar verdi. Askerler geldiğinde bir yolunu bulup en dış kapıdan dışarı çıkacak ve dönmeyecekti. Büyüyen sancıdan kurtulmanın tek çıkar yolu buydu. Doğacak bir çocuk gibi çırpınmaktaydı. Hücreleri tek tek dolaştı. Hepsinin içlerindeki arzuların tek sonuçta kesiştiğini buldu: kaçış. Kaçacaktı. Hem de zincirler olmadan, habersiz, sessiz ve yalnız.
Günler donuk bir cam ardında izlenebilen bir kovalamaca içindeydi. Bir gün sabahında ise umudu getirdi. Askerler her zamanki gibi yeni bir tutuklu getirmişlerdi. Ana kapı açıldı. Yüreği atmıyordu. Gözlerini gizlice bir suçlununkiyle değiştirmişti. O kadar yoğundu ki, askerler şüphelenmediler. Ancak aşağı hücrelerden birinin kapısının gıcırdadığını fark ettiğinde yalnız olduğunu anladı. Ayakları bir askerinki gibi ileri atıldı. Sessizce ama kapının dışına geçiverdi. Bir süre donmuş vaziyette oracıkta kaldı. İçinde bir rahatlama hissi doğuyordu. Büyük bir iş başarmak üzere olduğunu düşündü. Gerçekten de öyleydi; buradan kaçmayı başaran ilk kişi olmuştu. Küçük bir adımla başarmıştı üstelik. Sessiz ve yalnızca.
O sırada giderek yaklaşan bir aracın büyüyen gürültüsü ile irkildi. Çevik bir hareketle kendini çimenlerin üzerine bıraktı. Yüzüstü yere yapıştı. Paltosunu üzerine kapattı. Taş gibi hareketsiz kaldı. Saatlerce… Araç yanı başında durdu. Askerler sırayla indiler. Yeni tutuklular getirmişlerdi. Tek tek bildik kapıların gıcırtıları duyuldu. Zincir sesleri, tanıdık konuşmalar, bağrışmalar, küfürler… Askerler gittiler, geldiler. Gün geceyi, geceler günleri izledi. Yeni tutuklular, bildik sesler, tanıdık sözler, büyüyen konuşmalar sürüp gitti.
Gözleri ilk adımda zaten kaçıp gitmişti. Oysa hâlâ çimenlerin üzerine kapanmış bir taş gibi duruyordu.