MEHMET ÇETİN
Ebedi Şimdinin Şairi Sezai Karakoç
Üstad Sezai Karakoç 1951 yılında yazmaya başladığı ve1954 yılında tamamladığı Monna Rosa ile ismini edebiyat aleminde duyurdu.
Bu yıllarda başta Necip Fazıl olmak üzere şiirleri kabul görmüş çok sayıda büyük şair vardı.
“Bozgunda bir fetih rüyası” gören şiirleriyle Yahya Kemal, yasağın esrar ve cazibesi içindeki Nazım Hikmet, bir diriliş hamlesi olmaktan çok geleneğin Mevlevi duyarlıklı temsilcisi olan Arif Nihat Asya, DP’den milletvekili seçilmiş olan hecenin ünlü şairi Faruk Nafiz Çamlıbel, şiirde mistik bir muhteva ve ses arayan Asaf Halet Çelebi, Fahriye Abla Şairi Ahmet Muhip Dranas, küçük insanın dünyasının ve duyarlılığının şairi Behçet Necatigil, kendi iç dünyasında tarihin, zamanın ve geleneğin ritmini, nakışını, nabzını, ruhunu ve soluk renklerini bir estet olarak keşfetmeye çalışan Ahmet Hamdi Tanpınar gibi kendini kabul ettirmiş şairler eser vermeye devam ediyorlardı.
Şiir geleneği ile yukarda isimlerini andığımız şairlerin şiirlerine karşı garip şiirinin öncülerinden Orhan Veli dışındaki Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday da sağdı ve bu akım etkisini devam ettiriyordu.
Birinci yeni de denilen garip akımı muzip, çocuksu, hırçın, esprili, şiir mirasını ve ruhunu şiirden söküp atmaya çalışan, bunu yaparken şiirin metafizikle, ait olduğu yücelik, derinlik ve aşkınlıkla da bağını koparan, yaygınlaşmaya çoğaltılmaya çok müsait, görüşü ve görünüşü nedeniyle tahrip gücü yüksek etkileriyle egemenliğini kurmuştu.
Bununla birlikte garip şiirinin olumsuz etkileri kadar, yerleşik alışkanlıkları, kalıpları kırması yararlı sonuçlar da doğurmuştur.
Diğer yandan, A. Kadir, Suat Taşer, Necati Cumalı, Cahit Irgat, Nevzat Üstün gibi çok etkili olmasa da sol ve sosyalist şairler şiir anlayışları farklı ya da benzer de olsa şiir dünyamız, geleneksel şiirimiz ve toplumsal değerlerimiz konusunda ortak bir dışlayıcı, yadsıyıcı, en azından uzak ve dışarlıklı duran bir anlayış içindeydiler.
Sola ve Garip akımına karşı Hisar Dergisi çevresi, geleneğin savunucusu, sürdürücüsü bir çizgiyi ısrarla sürdürüyordu. Ancak Hisar Dergisi şairleri bir miras ve değer olarak geleneği benimserken, geleneği ihya edici, diriltici, yenileyici bir bakış açısına sahip güçlü eserler veremediler.
İkinci yeni böyle bir ortamda ve dönemde birbirini tanıyan bir arkadaş grubunun garip şiirine tepkili ortak arayışları olarak ortaya çıktı.
Sezai Karakoç şiiri de bu dönemde edebiyat dünyamızda kendini göstermeye başladı. Ancak gerek biçimi gerek ruhu itibariyle geleneğin yenilenmiş bir ürünü olarak değerlendirilebilecek ünlü Monna Rosa şiirine rağmen serbest şiirlerindeki dilin yeni kullanımı ve yenilikçi tutumu Sezai Karakoç adının da ikinci yeni şairleri ile birlikte anılmasına yol açtı.
Sezai Karakoç ve İkinci Yeni
Yaklaşık aynı zamanda edebiyat aleminde görülmeleri ve ikinci yeni şairleri ile arkadaşlığı Sezai Karakoç’u da bu akımın bir şairi olarak görülmesine yol açtı. Ne şiir anlayışı ne dünya görüşü ne şiire yüklediği anlam açısından böyle bir tasnif kabul edilebilir değere sahip görülemez. Yukarda saydığımız bazı benzerliklerden yola çıkarak böyle bir sonuca varmak imkânsızdır.
İkinci yeni, karşı olduğu birinci yeni ya da garip akımı ile çok ciddi benzerliklere sahiptir. Sezai Karakoç hariç İkinci yeni şairleri ile garip akımı şairleri aynı dünya görüşünün insanlarıdır. Hayatlarında ve sanatlarında ağırlıklı bir rolü olmasa da çok genel bir ifade ile sol ve sosyalist bir çizgide yer alıyorlardı.
Bu anlamda ikinci yeni de birinci yeni gibi ontolojik zaafı yüksek, düşünsel temeli önemsemeyen, hayata ve dünyaya yerleşmekte sorunlu, tarihi, coğrafi ve kültürel aidiyetleri zayıf, toplumla, toplumsal değerlerle ve gelenekle ilişkileri son derece az bir şiirdir.
İkinci yeni şiirinin bu kadar üzerinde durmamızın nedeni Sezai Karakoç şiirinin farkını ve bu akıma dahil etme kolaycılığının yol açtığı yanlışın altını çizmektir.
İkinci yeni şiirinin aksine Sezai Karakoç şiiri uygarlık temelinde yükselen tarihsel, coğrafi, kültürel aidiyetleri yüksek ve yoğun, geleneğin bilgisini, kültürünü, toplumsal yansımalarını kavramış, benimsemiş, ihya edici ruhuyla bütünlenmiş bir şiirdir.
Geleneğin büyük eser vermeye hazırlayan, yönelten dilini ve sırrını bilen bir şairdir Sezai Karakoç.
Bu kutsalın bilgisi, sırrı ve dilidir ve uygarlık yaratan bir özelliğe sahiptir.
Bu yüzden ikinci yeni şairleri şiirlerinin naif kanatlarına ağır sorumluluklar yüklemekten kaçınırken, Sezai Karakoç şiiri bir uygarlığın dirilişini gerçekleştirme gibi altından kalkılması zor bir sorumluluğun altına gönüllü olarak girer.
Dolayısıyla bilgi, tefekkür, hikâye etme, yol alma ve yol gösterme gibi şiiri zaafa düşürecek çok sayıda işlevi, yöntemi, sorumluluğu şiirine halel getirmeden, üstelik yeni ama aynı zamanda kadim bir dil ve duyarlıkla şiirleştirir.
Denebilir ki, her büyük şair gibi Sezai Karakoç da Fuzuli ile, Şeyh Galip ile, Mehmet Akif ve Necip Fazıl ile, Gothe ve Rilke ile hatta Hasan Bin Sabit ile olduğu kadar günümüz şairleri ile de çağdaştır.
Gelenekten Yararlanma
İkinci yeni şairleri kendilerine yöneltilen eleştirilerin de etkisiyle gelenekten yararlanmayı denedi. Ama ne böyle bir çabanın nasıl başarılacağına ilişkin yüzeysel de olsa bilgiye sahiptiler ne de geleneği somut görünüşleri ile algılamaktan kaynaklanan yanlışlarını fark edecek bir iç zenginliğine.
Geleneği ölü bir uygarlığın mirası olarak algılayan bu anlayışın denemeleri antik bir sütun kalıntısını yeni yaptığı evini süslemek için kullanmak gibi trajik bir yanlış olarak kaldı.
Çünkü gelenekle geleneğin tezahür ettiği formları birbirinden ayırt edemediler. Formu gelenek zannettiler ve gelenekten yararlanmayı içini istedikleri gibi doldurabilecekleri eski bir biçim olarak algıladılar.
Halbuki gelenek ilk insandan bu yana değişik formlar, diller ve uygarlıklar ile süregelen ve süregidecek olan bir niteliğe sahiptir. Gelenek bir öz ve imandır.
Dolayısıyla gelenek söz konusu olduğunda bir imandan, bu imanın kurduğu uygarlıktan ve bu uygarlığın ruhundan, insan, zaman, mekan anlayışından, duygu ve duyarlıktan bahsediyoruz demektir.
Tarihi bir camiyi mimari bir yapıdan ibaret görmek, estetik bir bakış açısıyla değerlendirmekle yetinmek gibi bir yanılgıdır bu.
Sezai Karakoç, başlangıçta bir arada bulunduğu hatta birlikte yola çıktığı ikinci yeni şairleriyle şiir anlayışı bakımından değil, şiiri bir varoluş dili olarak ontolojik bir süreç olarak algılamasıyla ayrılır.
Sayabileceğimiz bütün farklılıklar bu temel ve köklü farktan kaynaklanır. Bu özelde şiirin genelde sanatın gelenek içindeki yerini bilmekten kaynaklanır.
İkinci yeni şairleri verili dünyanın dilinin ve şiirinin peşindeydiler. Verili dünyada yazılabilecek en iyi şiirini yazmanın yani içinde yaşadıkları dünyanın ve zamanın şairi olmanın peşindeydiler. Elbette insani değerlere ve duyarlılıklara sahiptiler, elbette verili dünyanın bazı değerlerine haksızlıklar, adaletsizlikler, savaş ve yıkımlar üreten yüzüne cılız da olsa seslerini yükseltiyorlardı. Ama bu sakıncaların dışında verili dünyaya bu dünyanın pozitivist, rasyonalist, maddeci, bireyci, rekabetçi niteliklerine karşı köklü bir itirazları yoktu. Hatta bu anlamda sadece ikinci yeni şairleri değil birinci yeniden geriye doğru giderek beş hececiler, meşrutiyet ve Tanzimat dönemi edebi akımları ideolojik anlamda çağdaşlaşmacı, ilerlemeci bir dünya ve hayat algısına sahipti.
Bu yüzden geleneği, geleneksel anlayışı ve duyarlığı kavrayamadılar. Bu yüzden sadece şair kaldılar. İyi birer şair oldular. Ama büyük şiirin şairi olamadılar.
Her büyük şair gibi Sezai Karakoç’un da nihai amacı şiir ve şair olmak değildi. Belki birçok şairin ulaşamadığı bu çizgiye çok genç denebilecek bir yaşta ulaşması, belki kendi kendisini fark ettiği yaşlardan itibaren hayattan daha fazlasına odaklanmış bir hayata hazırlanma çabası içinde olması, belki her ikisi ya da başka faktörlerle birlikte şairliğin ulaşabilecek en son zirve olmadığı bilincine ulaşmıştı.
İkinci yeni şairlerinin soluk benizli solculuğu onları ne şiirden daha fazlasına götürdü ne de Nazım Hikmet’teki gibi güçlü bir motivasyon etkisi yaptı. Onlar bir tür “şiir için şiir” diyebileceğimiz bir çizgide tutunmaya çalıştılar ısrarla.
Bu temel fark Sezai Karakoç’u ikinci yeni ile hemen hemen hiçbir bağı ve benzerliği kalmamış bir düzleme taşıdı. Sadece şair Sezai Karakoç, Monna Rosa’yı yazdığı yılların Sezai Karakoç’udur belki. Belki diyorum, çünkü çok genç yaşta ulaştığı şöhretin mahcubiyeti ve şöhretin getirdiği ranta tenezzül ekmeme o yaşta bile şairlikten çok daha fazla bir şeye doğru yol almak istediğine dair işaretler taşıyor.
Onlar şiirin peşindeyken, Sezai Karakoç, ancak şiirle anlaşılabilecek, şiirle ulaşılabilecek ve şiirle dışa vurulabilecek aşkın olanın dilinin, bir üst dil olan şiirin, şiirden çok daha fazla bir şeyin hatta hayattan daha fazla bir hayatın peşindeydi.
İkinci yeni 1950’li yıllardan başlayarak günümüze kadar Türk şiirinde gittikçe artan ve belli bir dönemden sonra olumsuzlaşan yaygın bir etkiye yol açtı. Garip şiirinin şiiri yozlaştırıcı etkisine karşı yeniden şiire dönüş hamlesi ya da çabası olarak değerlendirildiğinde ikinci yeni edebiyat dünyasında kendisine daha elverişli bir hayat buldu. Ama yeni hiçbir zaman edebi bir akım olma niteliğine ulaşamadı. Amorf ve insiyaki diyebileceğimiz bir yönelme biçiminde ortaya çıktığı için her şiirde özellikle serbest vezinle yazılan her şiirde ikinci yeni işaretleri taşıyan eğilimler ortaya çıktı. Hatta bir anlamda ikinci yeni garip şiirinin espriye indirgeyerek oluşturduğu şaşırtıcı ve yadırgatıcı etkiyi dili, cümleyi ve kelimeyi alışılmış ve yerleşik kullanma biçimlerinden farklı bir biçimde kullanarak yapmaya çalıştı. Bu anlamda ikinci yeni garip şiiriyle uzak bir benzerlik taşır.
İkinci yeni bir bilinçaltı ve bilinçdışı bir şiirdir. Sezai Karakoç’un şiiri kalbin, gerçeküstünün, bilinçüstünün, kısaca hakikatin şiiridir.
Şiirin Uygarlığı, Uygarlığın Şiiri
Sezai Karakoç’un şiiri bir medeniyet şiiridir. Ölü muamelesi yapılmış, tarihteki rolünü tamamlamış kabul edilen bir uygarlığın, derin bir kriz halinde olduğu ama ölmediği, sona ermediği, üzerine ölü toprağı serpildiği, yeniden tarih sahnesine çıkma potansiyeline sahip olduğu iddiasına dayalı bir dünya görüşünün şiiridir.
Bununla birlikte bugünkü uygarlığın, sadece bizim medeniyetimizi değil, bütün medeniyetleri derin bir krize sürüklediği tezine dayanır.
Bu kriz insanlığı, insan ruhunu içinden çıkılmaz bir kaos ve karmaşa, irade ve tercih zaafına sürüklemiştir.
Günümüz batı uygarlığı bu açıdan bir medeniyet anlamına da, muhtevasına da sahip değildir. Çağdaş uygarlık, insanlığa ihtiyaçlarını, zaaflarını karşılama çağrısı ve vaadiyle ortaya çıkmış, insanı biyolojik bir varlık çizgisine indirgemiş, bütün kutsallarını dünyevileştirilmiş, Rene Guenon’un deyimiyle bir anti-uygarlıktır.
Bu uygarlık bireysel ve toplumsal hayatımıza anlamlar ve değerler halinde, tefekkür ve davranış olarak yerleşmiş, tüm kutsalları şüphe ve töhmet altında bırakarak, birer birer yıkarak, sökerek, kazıyarak, etkisizleştirerek, kirleterek, örseleyerek, anlamsızlaştırarak, örterek, akıl ve gerçekdışılığa mahkûm ederek, gürültüyü, sese ve görüntüye boğarak, köksüz, yeni ve türedi değer ve anlamlar icad ederek yok etmiş, yok ettiğini sanmıştır.
Ne yazık ki, bu sanı, bütün dünyayı toplu bir illüzyon olarak yanıltmış, insanı yaratılışının dışında ve uzağında bir hayata savurmuştur.
Batı uygarlığı maneviliği her türlü güç ve etkiden mahrum bırakarak dinlerin yerine kanlı ve kirli ideolojileri, kapitalizmi, faşizmi ve komünizmi ikame etmiş, sonra onları da yok ederek insanı inançsız, idealsiz, düşüncesiz ve sorumsuz bir varlığını devam ettirme kaygısıyla baş başa bırakmıştır.
Sezai Karakoç’un şiiri, verili dünyayla böyle köklü ve muhalefet edayla hesaplaşır. Gelenek ve uygarlığın kanatlarıyla geçmişin yaşayan taraflarına açılır, geleneği eskimiş gibi algılamamıza yol açan formların içindeki özü toplar ve bir gelecek kurma idealiyle çıkar karşımıza.
Bu yeni ve türedi bir gelecek değil bir uygarlığın kendi milletimiz ve bütün insanlık adına dirilişidir.
Zaman Karşısında Şair ve Şiir
Sezai Karakoç’un şiirinin en önemli farklarından biri kadim ve aktüel zamanın şiiridir. Esasen her şiir kendi zamanının şiiridir. Ancak yine her şiir kendi zamanının öncesi ve ötesi ile ilişkisi ile anlam, derinlik ve değer kazanır. Geçmiş, herhangi bir şiirde yorum, anlam, duyarlık olarak kendisini gösterir ve aktüel şimdi içinde canlı, değişken, hatta yeniden üretilmeye elverişli bir süreç olarak varlığını hissettirir.
Şiirin başarısı ve değeri kendi zamanı ile geçmiş zaman arasında kurduğu canlı, dinamik, değişken ilişki biçiminde kendisini gösterir. Aktüel’in sınırları arasında kalan şiir geçmişten nasipsiz, hafızasız ve geleceğe kapalı dolayısıyla geleceği kapalı bir şiirdir.
Elbette aktüel zamana yani günümüze, yani şimdiye ait en köksüz şiir bile şairinin bir hafızaya, şiirini yazdığı dilin ve kelimelerin uzun bir zaman içinde birikmiş, süzülmüş, genişlemiş, daralmış ya da değişmiş bir anlam alanına sahip olduğu için geçmiş zamanla ilgili çok sayıda güçlü ya da zayıf bağlara sahiptir. Ama konu şiir olduğunda potansiyel olarak, kendiliğinden var olan bir geçmiş zaman ilişkisinden değil, keşfe, yoruma, anlam arayışına ve emekle elde edilmiş bir geçmiş zaman algısına dayalı şuurlu bir tercih söz edebiliriz.
Konusu tarih olan bir şiir bile bu anlamda böyle bir tercihin ürünü olmayabilir. Hatta çok zaman bu tür şiirlerde bile bu işaretlere rastlayamayız.
Bunun nedeni geçmişle kurulan ilişkinin bir gelecek algı ve tasavvurdan mahrum olmasıdır. Başka bir ifade ile kendisine bir zaman perspektifi, bir zaman algısı bunun daha entelektüel bir karşılığı olan tarih şuuru kazandıracak kâmil bir iman ve idealin yokluğudur. Bu iman ve ideal eksikliği, yetersizliği ya da yanlışlığı aslında geçmiş, şimdi ve gelecek ile ilişkileri de çarpık, eksik, yetersiz hale getirir.
Ancak şiirin zamanla ilişkisi bir tarihçi ilişkisi olarak anlaşılmamalıdır.
Gerçi bazı tarih felsefecilerine göre tarihin bir bilim olmaktan çok sanat olduğu, kurgusallık taşıdığı dikkate alındığında tarihçi bakışının tarih şuuruna yakın durduğu söylenebilir. Böyle olduğunda bile, tarih şuurunun şiir için yetersizliği ortadan kalkmaz. Tarih bilgisi ve bu bilgiyi üreten ve bu bilginin üretim sürecinden doğan tarih şuuru siyasal, ideolojik ve milli bir gelecek fikrine hizmet eder.
Şair tarihçiden farklı olarak bir zaman algısına sahiptir. Tarihçi kronolojik ve olgusal bir çerçeve içinde kalır, mesleği gereği kalmak zorundadır da. Şair kronolojik tarihi ve bu tarihten süzdüğü tarih şuurunu bir zaman algısı, bir bütün zaman algısı fikri, felsefesi ve duyarlığı içinde kavrar. Tarihçinin kronolojik olaylara ve olgulara dayalı biliş ve kavrayış tarzı, şairin ontolojik algısıyla kanatlanır, yerel ve milli olandan hareket ederek evrensel bir sınırsızlığa açılır. Tabiri caizse zamansız bir tarih, zamanın kısıtlılığından kurtulmuş, yaratılışın sınırsızlığına erişmiş bir tarih algısı ya da kader algısı kazanır. Böyle bir algıda her tarih ve tarihi olay aynı zamanda kendi zamanımızın içinde var olur, gelecek zamanın şimdiyi içinde barındırdığı gibi.
Tarihçi çizgisel bir zamanı esas alır, şair döngüsel bir zamanı.
Tarihçi bilgi, belge, gerçek süzer tarihten, şair bütün bunlarla birlikte bir hikmetle buluşmayı.
Tarihçi gerçeğin peşindedir şair hakikatin.
Tarihçi var olanı, olup biteni, olmuş bitmişi görür, şair yaratılış hikmetini, insanın evrensel ve kişisel kaderini.
Tarihçi insanlık tarihini teknik, bilimsel ya da dünya ölçeğindeki olayların önemine göre bölümlere ayırır, şair kutsalın tezahürüne göre.
Tarihçi kronolojik zamanın peşinden gider, şair kutsal zamanın.
Kutsal zaman evvel ve ahir zaman ile bu iki uç arasındaki “asr-ı saadet”tir. İdeolojiler asrı saadeti altın çağ olarak taklit eder.
Bu yüzden şair bir “ebedi şimdi”, “nunc aterna” ya da an-ı daim bildiği, parçalanmamış, bölünmemiş, bir zamanda devşirir eserini ve böyle bir zamanın ellerine bırakır.
Sezai Karakoç’un şiirlerinin böyle bir tarih ve zaman algısı ile anlaşılabileceğini düşünüyorum.
Esasen şiirlerinde böyle bir algıya götürebilecek yeterince işaret mevcuttur.
Bu en aktüel muhtevaya sahip şiiri bile geriye doğru kadim olana ileriye doğru bir gelecek zamana açılır.
Sezai Karakoç’un tefekkürünün ve sanatının kadim ve aktüel olanla ilişkisi, zaman tasavvuru ait olduğu imanın ve uygarlığın özünden kaynaklanır.
Şiirin kalıcılığını belirleyen en geçerli ölçü budur. Evrenselliğini de.
Böyle bir şiir ait olduğu uygarlığın ve ülkenin şiiri olduğu kadar bütün insanlığın da şiiridir. Büyük şiirin, iyi ve güzel şiirden farkı da burada ortaya çıkar.
Bu yüzden Sezai Karakoç’un şiiri geleceğin şiiridir.