Kırk Altı Yazardan “İstanbul Öyküleri”

Nuhan Nebi Çam’ın
Derlediği
Kırk Altı Yazardan
“İstanbul Öyküleri”
Kitabı Çıktı
 
Nuhan Nebi Çam’ın derlediği, kırk altı yazardan “İstanbul Öyküleri” seçki kitabı Bilge Kültür Sanat yayınlarından çıktı.
 
Seçkide öyküleri yer alan yazarlar:
Selim İleri – Sevinç Çokum – Nazlı Eray – Müştehir Karakaya – Necati Mert – Mustafa Kutlu – Funda Özsoy E. – Ethem Baran – Necip Tosun – Âlim Kahraman – Cemal Şakar – Ali Haydar Haksal – Kadir Tanır – Sadık Yalsızuçanlar – Özlem Göktaş – İffet Oral – Selvigül Kandoğmuş Şahin – Abdullah Mollaoğlu – Osman Koca – Güray Süngü – Murat Soyak – Emrah Bilge Merdivan – İbrahim Eyibilir – Ali Ayçil – Metin Önal Mengüşoğlu – Sibel Eraslan – Mustafa Çiftçi – Yıldız Ramazanoğlu – Aliye Akan – Senem Gezeroğlu – Recep Seyhan – Mustafa Uçurum – Gülhan Tuba Çelik – Bahaeddin Özkişi – Ercan Ata – Şerif Aydemir – Metin Savaş – Ercan Köksal – Seyit Göktepe – Jaklin Çelik – Emine Batar – Recep Şükrü Güngör – Şeref Yılmaz – Nazan Özen – Serpil Tuncer – Nuhan Nebi Çam
 
İstanbul öykülerini derleyen ve kendisi de bir öykücü olan yazar Nuhan Nebi Çam kitap hakkında şunları söyledi:
 
“İstanbul Öyküleri fikri bir vefanın, anakente bir borç ödeme düşüncesinin harekete geçmiş halidir. Bir buçuk yıl önce başlanılan ve yoğun, çetin çalışma aşamaları sonucu ortaya çıkan ve İstanbul’a armağan edilen bir eserdir.
 
Kitapta kırk altı ayrı öykücü, kırk altı farklı bakış açısı ve İstanbul manifestosu bulunmaktadır. Dünyanın klasikleri arasına girmiş abide yazar, şair ve fikir adamlarını etkileyen bir şehir mutlaka olmuştur: Dostoyevski Petesburg’dan, Jamis Joyce Dublin’den, Mevlana Konya’dan , Nedim İstanbul’dan…. Günümüzün yazarlarını, öykücülerini İstanbul şehri ne derece etkisi altına aldı ve ona neler yazdırdı sorusu da kafamda bulunan bir diğer soruydu ve somut biçimde karşımızda bulunan bu eser devasa bir cevaptı…”
 
 
İstanbul Öyküleri Seçkisinden
Tadımlık Bölümler
 
Kirazlar Olduğu Vakit
SELİM İLERİ
 
Semtler birbirine karışıyor. Langa Teşvikiye oluyor, Kocamustâpaşa da birdenbire Kadife Sokak. Bana öyle geliyor ki, artık semtler birbirine karışıyor. Işıklar, mevsimler gibi. Nerede yürüdüğümü bilmiyorum. Saatler birbirine karışıyor. Hangi mevsimde olduğumu bilmiyorum, ilkbahar mı, hâlâ güz mü, şurda atkestanesi ağacı yapraklarını, kestanelerini dökmüş, dikenli kabuklar çatlamış. Daha dün, beyaz, vişneçürüğü, pembe, eflâtun kandil çiçeklerini kuşanmamış mıydı?
 
Bir iki gün önce balkonda otururken yaz başı mı, yaz sonu mu? İrkildim. Galiba başım döndü. Dün ne yaptım, önceki gün ne yaptım ve onları hatırlamaya çalışarak, mevsim yaz başlangıcı.
 
Bir yaz başlangıcıydı. Fakat hangi yaz?
 
Esrimiş gitmiş hangi yaz? Seneler öyle çabuk geçiyor ki.
 
Dün çilekler üzerine bir yazı yazdım. Çilek, yaz başlangıcını müjdeleyen ilk meyveymiş. Kendi kendine yetişen yaban çilekleri; Strabon -Kimdi acaba?- Medyalıların -Kimlerdi?- yaban çileğine düşkünlüklerini anlatmış. İsa’dan önce ikinci yüzyılda çiçek kesemezsin, ağaç kesmek günahtır ve ağaç dikemezsin, çünkü meyve ağacı diken, ilk meyveler dalları basınca… Strabon’dan söz açmadım. Meyve ağacı diken, o ağaç ilk meyvelerini verince, gözlerinde ölümün hayalini görürmüş. Görürmüş değil, görünürmüş. Gözlerinde ölümün hayali görünürmüş.
…………………………………………………………….
 
Al Çiçeğin Moru
SEVİNÇ ÇOKUM
           
(Unutmaya Ne Kaldı…)
 
İstanbul’un yavaş yavaş bana sırtını dönmesi böyle oldu… Unuttum mu? Biraz. Burası da İstanbul gerçi ama doğup yaşadığım, hatıralarımı büyütmüş, saklamış anaç kentten hayli uzak…          Yetmişli yıllarım da orada kaldı, bu taraflara pek çok defterin kül olmasıyla geldim. Saçılıp savrulmasıyla. Üzerlerine yağmurlar yağdı, çığlar düştü, fosilleştiler yerin yedi kat dibinde.
 
12 Martlar, 12 Eylüller… Ayrılırken de ağlamayacağım demiştim; çünkü isteye isteye gidiyordum, seçimimi yapmıştım çoktan, bir tek güvercinlerim için… Yaşadıklarımız zaten baştan sona rüya değil mi? Rüyalar da unutulur. Ancak birkaçı hiç mi hiç unutulmaz.
 
Sevgili şehir… Öğretmenliğim sırası, Koşuyolu’na gidip gelmelerimde fark ederdim; ne çok kolları, ne çok tüyleri ve kanatları, ne çok pençesi ve tırnakları vardı… Bir güzelim sevgili köpek gibi gerinirdi; uzardı gövdesi, yavruağzı renginde tırnaklarıyla taşları çizerdi. Vapur yolculuklarım, üşüyüşüm, ıslanışım, avuçlarımı ısıtan çay, okuduğum gazete, iki yanımdan akan kalabalık, çocuklar, erguvanların dirilişi, tomurcuklanışlar tütmedi mi gözümde? Tütmesin diye uğraştım, elimden geleni yaptım, yapraklarla, samanlarla örttüm, dallarla, çırpılarla. Giderek ağırlaştı örtüsü, ben yükünü çoğalttıkça, kıpırdayamadılar altından… Öylece kaldılar. Yılan uykusu benzeri.
…………………………………………….
 
Mösyö Hristo
NAZLI ERAY
 
Şişhane’deki Saadet Apartmanı’nın kapıcısı Mösyö Hristo bir yaz günü kuş olup Kuledibi’ne uçtu.
 
Karısı Madam Marina o sabah pazara gitmişti. Apartmana ancak öğlene doğru dönebildi. Mösyö Hristo ise saat tam onu yirmi geçe kuş olup Kuledibi yönünde kaybolduğu için bu ilgi çekici olayı, köşe başında kendi kendine sek sek oynayan bakkal Mösyö David’in kızı şaşı Fortuna’dan başka kimse göremedi. Fortuna nedense bu olayla fazla ilgilenmedi. Bir süre sonra da tümüyle unuttu.
 
Saat on ikiye yedi kala Madam Marina pazardan döndü. İlkin, Mösyö Hristo’nun yokluğunu pek fark etmedi. Pazarda üstüne fenalığa benzer bir şey gelmişti; hâlâ başı dönüyordu. Bir süre dinlendikten sonra, Madam Marina sofrayı kurdu, salatayı hazırladı, radyoyu da açıp sofraya oturdu. Mösyö Hristo, nerede olursa olsun, yemek zamanı mutlaka eve gelirdi. Madam Marina, öğle sıcağına kalmadan eve döndüğüne çok memnundu. Bir domatesi tuzlayıp yedi; üstüne de bir bardak su içti.
……………………………………………..
 
Akşamleyin Kıl Payı
NECATİ MERT
                                       
 
Pusarık bir şubat akşamı. Deniz çetin. Vapur yüklü. Güç yanaştık Haydarpaşa’ya.
 
Saat, treni kaçırdığımı öyle dolu dolu gösteriyordu ki hiç ikircimli değildim. Bu yüzden banliyö yolcularını izledim bir süre. Sanki savaş yıllarıydı, İstanbul’da düşman vardı sanki Pendikli, Tuzlalı, Gebzeliler de ancak o günlere uygun düşen bir acele, telaş ve sabırsızlıkla koşuyor, Anadolu’ya kaçıyorlardı sanki.
 
Elleri ayakları iri, alnı kapalı, teni esmer, kemikli bir kalabalığın vagonları doldurmasıyla trenin kapılarını örtüp yola çıkması bir oldu.
 
Ardından suspus kaldı gar. Ağır ağır yürüyor, mermerde yankılanan adımlarımı duyuyordum.
 
İlk Adapazarı treninin kalkmasına şöyle böyle iki saat var.
………………………………………..
 
Limandaki Yoğun Sis
MUSTAFA KUTLU
 
Bu odaya her girişinde yaptığı gibi gidip kelebek koleksiyonunun önünde durdu. Babası ile Doktor Ayhan pencere önüne doğru yürüyüp, orada bir süre konuştular.
 
Boyu uzamış.
 
Artık en yakın kelebek sırasını görmek için ayaklarının ucunda yükselmesi gerekmiyor.
 
Aradan kaç yıl geçmiş.
 
Kelebeklerin rengi atmış, camın içine aykırı maddeler dolmuş, özellikle köşelere yakın yerlerde toz birikmiş.
 
— …… Evet…… Tabii… Merak etme… İlginç, ilgi çekici… Ya… Şimdi bak… Lütfen beni dinle, telaşa gerek yok, İlhan’ı tanırım…
 
Babası dışarıda kalmıştı. Her zaman olduğu gibi. Ah… Sarı kelebeklerden birinin kanadı düşmüş.
 
Doktor göz ucuyla kendisini süzüyor.
 
Annesidir mutlaka. O’dur. “Bu çocuğa dikkat et Ayhan” diyordur. “Yalvarırım, bilsen. Bir bilsen ne yaptığını! Dilim varmıyor söylemeye ama tehlikeli olmaya başladı. Çok korktuk. Orada olmalıydın. Hadisenin geçtiği yerde.Evet, Eleni de çok korktu. Hiç beklemiyorduk. Asım’a söyledim, her zaman söylüyorum. Bilmem ki ne yapsak.
………………………………………………
 
Aynalar ve Sırlar
NECİP TOSUN
 
Rüzgâr, terden ıslanmış gömleğine, alnına, saçlarına çarpınca, kendini biraz daha rahatlamış hissetti. Tam da mevsimiydi. Hanımeli kokusu iskeleye kadar uzanan bu daracık sokağı doldurmuştu. Derin derin nefes aldı. Esintiyle birlikte akasyalar, çınarlar, kestaneler hafifçe sallanıyor, yapraklarından hışırtılar yükseliyordu. İleride, sokağın bittiği yerde, deniz ve gemiler görünüyordu. Denize açılan sokakları hep severdi. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, insan buralarda serinleyebilir, nefes alabilirdi.
 
İşte sokak güne başlamıştı. Esnaf çoktan işyerlerini açmış, müşterilerini bekliyordu. Sokağın her iki yanına arabalar dizilmişti. Bu da yolda yürümeyi zorlaştırıyordu. Ama yine de, bu Arnavut kaldırımlı yolda, artık çok az kalmış cumbalı evleri seyrede seyrede iskeleye kadar yürümek her şeye değerdi. Bir sigara yakıp yürümeye başladı.
………………………………………………
 
Teyzemin Radyosu
İBRAHİM EYİBİLİR
 
O gün ne kadar şaşırmıştın, hatırladın mı? İlk kez metroya bindiğimiz gün. Neredeyse nefesi nefesine çarpan insanlar, uçurumlara bakar gibi boşluğa asmışlardı bakışlarını. Kulaklarında kulaklıkları, ellerinde telefonları, her biri ayrı bir gezegen; kalabalık içinde tenha sığınaklarını giyinmişler üzerlerine, öyle sakin, öyle umarsız. Biraz da makine kokusu sinmişti üstlerine, biletlerini basışları, tebessümleri, oturuşları, kalkışları ne kadar mekanikti. Kocaman gözlerinle uzun uzun süzdün hepsini. Seni kendine getiren Yeni Cami’nin güvercinleri oldu. Kitaplardan ve kitapçılardan yorgun düştüğümüzde o antikacıya sığınmıştık. Sen saatlere takılıp kaldın, ben ahşap radyolara dalıp gittim.
………………………………………….
 
Sabaha Karşı İstanbul
ALİ AYÇİL
 
Yanımdaki son arkadaşı da Balat’ta evine bıraktıktan sonra Haliç’e indim ve arabanın hızını artırmadan, Eminönü’ne doğru yol almaya başladım. Hayır, yorgun değilim; tersine, tuhaf bir dinginlik var üzerimde. Şurada, yolun kıyısında bir iki saat geçirsem, telaşlı İstanbul sabahlarından birine daha tanıklık edebilirim. Ama önümde uzanan boş cadde, beni hiç görmediğim bir İstanbul’un içine doğru çekiyor. Zamanın yapraklarını çevirmeye meraklı bir adam olsaydım eğer, bu ıssız kenti alır, eski bir gecesine götürür, kalyoncuların şamatasını, Eyüp sırtlarından gelen köpek seslerini, birbirine bağlanmış kayıkları, tahta pazarındaki kalas yığınlarını gösterir, sonra da onu bir ahşap evin bahçeye bakan penceresinin önüne bırakıp geri gelirdim. Varsın, eski sabahlarından birinde uyandığı için şaşırsın şehir, varsın gözlerini ovuştursun, varsın uzun, karmaşık ve tanıdık gelen bir rüya gördüm sansın…
……………………………………………..
 
Şarkılar Seni Söyler
SİBEL ERASLAN
 
Çok yaşamadı babam.
 
Halamlar Kıraçkız’ı ondan gizli haraç mezat sattıktan sonra, bir daha yatağından kalkamadı. Hoş anneme göre -Zeynep Hanım derdi babam anneme- zaten yatağından çıkmayı pek de sevmeyen, vurdumduymazın, naçarın tekiydi babam…
 
İbrahim Reis’le Ağva açıklarından yeni dönmüştük. Palamut sürülerinin son demleriydi. Limana adım atar atmaz haberi geldi; “Baban hastalanmış, seni çağırıyor,” dedi tayfalar… Çok da üzerinde durmadım, zira babam sık hastalanırdı.
 
Titrek sabah güneşine sırtlarını dönerek Ocaklı Ada’ya yaydıkları yıpranmış ağları tamir eden Hurşit Reis’le oğlu Hakkı ağabeye selam verdim. “Acemi bu çocuklar!” diye söyleniyordu ihtiyar reis, “Nah belim kadar delikler var ağın gözlerinde…” Aslında kafasının kızdığı şeyin, balık ağlarındaki delikler değil de, dört yıl önce yediği vurgun yüzünden felç geçirmiş ayakları ve çıkamadığı seferler olduğunu adım gibi bildiğim için, “Babam hastalanmış, dönüşte ben de gelirim, birlikte bakarız efendi kaptan” diyerek gönlünü aldım. “Babana serin git evlat,” dedi. “İnce adamdır Ciğerdeldi İsmail, vurgun yemenin ne olduğunu sizler ne bilesiniz?”
………………………………………………
 
Şehir Siste
ALİYE AKAN
 
Bu şehirden gitmekle, ölmek aynı anlama geliyordu onun için. Giderse, kafasına dayayacağı silah bir otobüs bileti, beynini dağıtan kurşun ise üzerinde başka bir şehrin adı yazan levha olurdu. Yine de gitmek fikrinden kurtulamıyordu. Bu şehri seviyordu evet, tutkuyla bağlıydı sokaklarına, kaldırım taşlarına, kokusuna, ışıklarına, ışıksızlığına. Buralı kuşları adımlarından tanırdı. Ekmeği bile başka kokardı bu şehrin… Hangi şehrin üstüne bu kadar şiir yazılmıştı, hangi şehir bağışlardı kokusunu şiirlerin her birine bu kadar cömertçe. Bu şehirde yaşayan insanların, alınlarındaki boş satırlara bu şehrin adıyla birlikte “aşk” yazılırdı. Karalama defterine dönen alnından biliyordu bunu.
………………………………………………………
 
Kırkıncı Yıl
BAHAEDDİN ÖZKİŞİ
 
Birbirlerine şaşkın baktılar. Adam, “O zaman,” dedi. “Asfalt değildi bu yıl.” Sonra, “Pek de dik yapmışlar,” dedi. “Bir nefesle çıkmıştık,” diye cevap verdi kadın. “Kim bilir, yapımını, iş bilmeze verdiler.”
 
Uzun süre nefeslendiler. Karadeniz’den kopan serin bir rüzgâr, terli sırtlarına vuruyor, titretiyordu. Erkek, “Hanım, durmalıyım,” dedi. “Üşüteceğiz.” Nefes nefese tepeye yürüdüler. İstanbul, önlerinde göz alabildiğine uzanıyordu. Bir yandan, ta Yeşilköy’ü, diğer yandan Adalar’ı görüyorlardı.
………………………………………………………
 
Beklemek
SEYİT GÖKTEPE
 
Vapur bir perde gibi. Sessizce çekilince aradan. Üzerinde akşamın bin bir kokusunu birden taşıyan hafiften bir rüzgârın gezindiği denizin karşı kıyısında birdenbire. Birdenbire beliriyor ışıklar. Bakmakla yetiniyor. Buraya kadar geldikten sonra. Bir adım kalmışken. Kabuğunu kırmaya bir adım. Durup seyrediyor. Suyun derinlerine iniyor gölgesi ışıkların. Köpüğe boğuyor denizi vapur. Akşamın içinde kayboluyor dumanı. Işıklar buğulanıyor. Kalabalık büyüyor giderek. Oracıkta bir tabelada. Bir sonraki vapurun saatini söyleyen dört ayrı rakam. Dördü de kırmızı. Dördü de soğuk. Bütün ışıklardan bağımsız bir ışıkla aydınlanmış çevresi, içi. Şehri hükmü altına almış sanki. Kendine köle kılmış herkesi. İskele kapısı da kilitli artık. Yetişen yetişti. Kalan kaldı. Kalanlardan oldu. Gidenler sigarasını yaktı. Fotoğrafını çekti köprünün. Simidini martılarla paylaştı. Susanlardan oldu. Orada. Ya da burada olmak. Değişen hiçbir şey yok. Kaldı ki, nereye gitse yabancı. Şimdi birisi gelip bir adres sorsa. Yanlış noktaları tarif etmenin korkusuyla susacak. Belki de bu yüzden. Dilsiz sansınlar diye. Kimselerle konuşmadı. Konuşmadı, konuşmayacak.
…………………………………………………………..
 
Kayıp Liman: (V)Langa
JAKLİN ÇELİK
 
Hayriye Tüccar Caddesi üzerinde, Hadımodalar Sokağı’nın bitişiğinde, kendini koyvermiş tahtaları arasından iniltiler yayılan ahşap bir ev. Evin ikinci kat penceresinde ilk bakışta ne olduğu anlaşılmayan, yaklaştıkça kurumuş bir kök gibi havada asılı duran kirli sarı şey, bir baş üzerine geçirilmiş peruk. Peruğun altındaki baş, çocuk yaşlarını benimle eş zamanlı süren Nadya’ya ait.  
 
Peruk, onu terk eden annesinden arta kalan, ilerde anı olacak üç beş parçadan biri. Ne annesinin kalbinden düşmüş olan Nadya ne de bir zamanlar İstanbul’un en lezzetli hıyarlarının yetiştiği bostanlarıyla nam salmış Langa, (V)Langa tarafından, terk edildiklerinin ayrımında değiller. Nadya, (V)Langa’da, Hayriye Tüccar Caddesi’nde, 46 numaralı ahşap evin orta katında keçeleşmiş peruğun örttüğü bir baş… Tüm terkedilmişler gibi onun da yüzü kayıp.
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir