En Güçlü Medya Grubu

NECLA DİLEK ARSLAN
En Güçlü Medya Grubu
 
Bugün size ülkemizde faaliyet gösteren en güçlü medya grubundan bahsedeceğim. Eminim hepiniz hayatınızda en az bir kez onlardan zarar görmüşsünüzdür. Onlarla baş etmek hiç kolay değildir. Her yerde onlar vardır. Sokakta, evde, hastanede, nişanda, düğünde, okulda, sinemada, doğum günü partisinde en kötüsü de ruhunuzun en derin yerinde, zihninizin içinde hep bu grubun üyeleri vardır. Sinsidirler göremezsiniz ama asla onlardan kurtulamazsınız.
 
Bu grup üyelerini ilginç ve güçlü yapan özellikleri sizin hayatınızın her anına ulaşmak, karışmak için hiçbir teknolojiye ihtiyaçlarının olmamasıdır. Kameraları, muhabirleri, mikrofonları, ses kayıt cihazları, yapay zekâ teknolojisi, internetleri yoktur ellerinde. Ama her olayın tüm aşamasında onlar olan-bitenin merkezindelerdir.
 
Teknolojinin günümüze göre çok daha az gelişmiş olduğu yıllarda; 80lerin sonunda tanıştım ben onlarla. Rahmetli dedem beş altı yaşlarındayken tanıştırdı beni onlarla. Adlarını da ilk kez ondan duymuştum: Derler-desinler medya grubu!
 
Bunu giyme Ahmet’in torunu ne giymiş derler, sesli gülme kınarlar, düzgün otur ne kadar hanım derler. Gelinler bahçeyi her gün süpürün yoksa geçenler pis derler. Sonra başka başka akrabalar bu görünmeyen ama her anımıza ortak olan kişileri içime işlediler.
 
Annem! En çok da o tanıyor ve onlardan çok korkuyordu. Küçücük aklımla beni seyreden amcalar, teyzeler hayal ederdim köyde. Mutlaka bir yerlerde birileri beni izliyor olmalı yoksa her davranışıma bir şeyi nasıl ‘derler?’. Küçükleri izliyorlar demek ki, büyüyünce kurtulacağım onlardan derdim. Onlar deyince ne oluyordu acaba, niye her şeyi bu diyenlere göre yaşıyorduk?
 
Ne yazık ki hiç düşündüğüm gibi olmadı. Hiç bırakmadılar ne beni ne de ailemi ve sevdiklerimi. Sanki biz onları memnun etmek içim vardık da tersi hayatımızı mahvederdi. Odanı topla, yengen dağınık der. Evi süpür, komşular pis der. Pantolon giyme, eşofmanla gezme, dayın kınar, yengen söz eder.
 
Hayatımın büyük bir bölümü bu ’Derler-desinler’i memnun etmekle ve eden insanları gözlemlemekle geçti. Yaşamda yol aldıkça aslında doğru olanın kendin için yaşamak, sevmeye, değer vermeye önce kendinden başlamak olduğunu çok acı çektikten sonra öğrendim. Kendi iç dünyamda başladı isyanım.
 
Kendi yöntemlerimle savaş açtım onlara, bazen doğru, bazen yanlış ama içimden geldiği gibi…
 
Evet, lisede şakır şakır yağmur yağarken ve tüm okul koşarak içeri girerken bahçeye doğru koşup ıslanan iki kızdan biri bendim. Kızgın okul müdürümüzün ‘Gız siz deli misiniz gız? Gız siz geri zekâlı mısınız gız’ diye bağırmasına ve şaşkın bakışlara  aldırmadan yağmur dinene kadar gezen bendim.
 
Evet. Üniversitede derse geç kalınca kampüsün arkasındaki lisenin demir çitlerinden önce kitapları atan sonra kendi atlayan o genç kız bendim.
 
Evet. Kampüste kaldırımda simit çay eşliğinde kahvaltı yapan o gariban da bendim.
 
Evet. Salıncaklar demirken çocuk parkında çocuklarla sallanan üniversitelilerden biri bendim.
 
Evet. Okuldaki yemek gününe çorbayı taşıyamayınca çorbayı, salatayı bebek arabasıyla okula getiren ve yıllarca arkadaşlarının dilinden düşmeyen o öğretmen de bendim.
 
Savaşa doymuyordum. Küçük savaşçıyı, kızımı da katmaya hazırdım. Kılıçları kuşandık. Belki de küçüklüğümde bana denenlere inat ne isterse giydi. Parkta pijama üstüne dantelli elbise, bazen de iki eteği üst üste giyen o küçük kız benim kızımdı. Yıllarca içimizden eleştirdiğimiz dedesine” bu evde herkes iş yapıyor kumandayı da kendin al, kapıya da sen bak” diyen küçük kız, benim kızımdı.
 
Ankara metrosunun zayıf nesillere uygun koltuklarını rahatsız etmemek için yere, liseli öğrencilerin yanına sizin şaşkın bakışlarınız altında defalarca oturan, kitabını okuyan, başka kadınlara da cesaret olan da bendim.
 
Yine de örgüt peşimdeydi biliyorum. Bir gün öğretmenler gününde kardeşim çiçek gönderdi. Okul dağılmıştı üç kişi kalmıştık sadece. Çok sevindim. Ama arkadaşım keşke erken gelseydi, okulda kimse kalmadı ki, kimse görmedi deyince anladım ‘Derler-desinler ’den kurtulmanın ne kadar zor olduğunu. Eve gidince uzun uzun bunu düşündüm. Kardeşim bana değer verdi ve bunu çiçekle hissettirmek istedi. Ben bilsem yetmez miydi? Bu örgüt nasıl da sarmıştı insanların zihniyetini.
 
Pes etmedim tabi. Sonra sosyal medyayı sildim. Twitter, facebook ve instagramı. Şimdilerde bazılarının gerçekleri paylaştığı, faydalı işlere imza attığı ama çoğunluğun ‘Derler-desinler’ grubuna hizmet ettiği o platformlardan kurtuldum.
 
Doğum günü pastanı paylaş yoksa pastayı alanlar ‘paylaşmadı’ DERLER
Eşinin aldığı kolyeye instagramdan teşekkür et ‘kocasıyla çok mutlu’ DESİNLER
Dostlarınla kahve içerken mutlaka paylaş, paylaşmazsan ‘kimse yok etrafında’ DERLER
Düğününü paylaş, takılanları, elbiseleri ‘ne kadar kıymet vermişler geline’ DESİNLER!
 
Ayşe’yi beğendin, Fatma kızdı, çoktan küstü Hayriye …
 
İşler karışır ve liste uzar gider. Bazen ben de zorlanıyorum tabi. Özellikle kahve paylaşımlarını görünce çayım benimle konuşmaya başlıyor. Paylaş beni görsünler, paylaşmaya değer en güzel içecek neymiş bilsinler! Şimdilik onu da bastırıyorum. Elbette insan sevdiklerine güzel anlarını duyurmak, fotoğraf paylaşmak ister ama çoğu zaman boyanan gerçekler, özelde kalması gerekirken paylaşılan özel haller, mahremiyetini korumayı bilmeyen çocukların sürekli paylaşılması gibi rahatsız edici çok şey var.
 
Bence kimseye haksızlık yapmadan, yalana dolana, kul hakkına bulaşmadan herkes içinden geleni kendi için yapabilmeli. Yoksa, azaldıkça ‘diyenler’ insan büyük bir boşlukta hissediyor ve yaşanmamış bir hayatın içinde buluyor kendini.     
 
Bir psikolog olsam ‘diyenlerin’ durumunu da uzun uzun tahlil etmek isterdim. Acaba ‘her şeye’ ‘bir şey’ deme ihtiyacı duyan insanlar nasıl bir psikoloji içindeler? Bize ne zaman ve niye bulaştı bu hastalık? Dört yılda hayatımızı terk eden koronaya, pandemiye rahmet okutturan bu kalıcı pandemi niye bizi terk etmez? Keşke bir aşısı olsa da herkes sadece kendi kıyafeti, ibadeti, kendi işi gücü, nişanı, düğünü, aldığı sattığı ile ilgilense. Hem kimse imkânı olana o kadar imrenip mutsuz olmaz hem de kimse dedikodu günahını boynuna yüklenmez hem de benim gibi bu dertten çekenler rahat bir nefes alır.  
 
Diyenleri yani başkasının hayatına karışmayı görev edinenleri susturmanın bir yolu onları önemsememekten geçiyor belki de.
 
Ama en kısa ve kestirme yolu; yaşam amacını doğru tespit etmek ve doğru soruyu sorabilmek. Çünkü Allah hepimizi bir kere gönderiyor bu dünyaya. Her bir insan biricik. Seslerimizi, yüzümüzü hatta parmak izlerimizi bile benzersiz yaratan Rabbim onun rızasını kazanmamız için vermiştir ömür denen fırsatı. Bir davranışa karar verirken illa bir soru soracaksak ‘O razı mı?’ olmalı bu soru. Yıllarca bilinçaltımıza kazınan, her davranışımızda bir anda kameraları açıp mikrofonu uzatan bu medya grubundan kurtulmanın en etkili yolu budur bence. Her şeyin hesabını O’na vereceğiz. Kullara göre yaşamak niye?
 
Kendini değerli ve özgür hissetmek, sadece O’na hesap vermek ne güzel bir kapıdır. Hepimize açılması dileğiyle….
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir