ABDULBARİ KARABEYESER
Fitili Ayarlanamayan Gece Lambası: Tevfik Fikret
Bu ülkedeki aydınlığı göremeyenler ışığı batıda aradılar. Bunlardan biri de Tevfik Fikret’tir. Eylül 1909 tarihinde oğlu Haluk’u öğrenim için İskoçya’ya gönderirken kulağına şu mısraları fısıldar:
“Bize bol bol ziya kucakla getir
Düşmek etrafı görmemektendir.”
“İlim Çin’de de olsa gidin alın” der Hazreti Peygamber. Tarih boyunca insanlar ilim öğrenmek için uzak beldelere gitmişlerdir. Bu bir gelenektir. Tevfik Fikret’te oğluna “git ışık al getir” diyor. Grub vaktini yaşayan İmparatorluğu kurtarmak istiyorlar! Sadece bu yüzden ışığı alıp getirmek niyetiyle batıya gönderilen bir sürü Haluk var tarihimizde. Ancak çoğu gitti orda kaldı. Orada kalmakla da yetinmediler, kendilerini tamamen kaybettiler. Haluk gidip kilisede zangoç oldu. Öbürleri de bir başka şey olup çıktılar ve Osmanlı’yı bunlar yıktı. Bunların bizim mahalledeki meşhur isimleri Jön Türk’tür yani Yeni Osmanlıcılar! On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren görülmeye başlayan Jön Türklerin en büyük hayali, Osmanlı Devleti’ni batı tarzı bir idareyle yönetmekti.
Batıcı olmaları onları muhalif kıldı. En büyük özellikleri buydu. Kime muhaliftiler? Sultan Abdülhamid’e. Birinci meşrutiyet, ikinci meşrutiyet bunların eseri. İttihat ve Terakki Cemiyeti (birlik ve ilerleme)’de buradan mülhem. Öz itibariyle laiktirler. En büyük destekçileri Avrupalılardır özellikle de Fransızlar.
Jön Türk Fransızca bir kelimedir. Orijinali “Jeunes Turcs” dir. “Yeni Osmanlılar” ya da “Genç Türkler” anlamındadır. O yıllarda özellikle Avrupa’da politika, fikir ve edebiyat alanlarında aşırılık taraftarı gençleri tanımlamak için bu ifade kullanılırdı. Namık Kemal (1840-1888), Ali Suavi (1839-1878), Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa (1830-1875) gibi dönemin entelektüellerinin çoğu bu fikriyata mensuptu. Işığı Avrupa’da arıyorlardı. En büyük övünçleri de buydu. Ancak Avrupa’daki ışığı buraya getiremedikleri gibi evdeki bulgurdan da oldular! Tevfik Fikret’in “yıkılması” bu cümledendir. 19 Ağustos 1915 tarihinde 48 yaşında ölürken ağzından çıkan son söz “yıkılıyorum” olur. Tehlike olarak gördükleri Abdülhamid’i devirdiler ama kendileri de yıkılıp gitti. Bu yıkılışı en iyi resmedenlerden biri şair Rıza Tevfik (1869-1949)’tir. Sultan Abdülhamdi’in mezarına gidip af diler ve gözyaşları arasında “Sultan Abdülhamid Han'in Ruhâniyetinden İstimdat” isimli uzunca şiirini yazar.
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Evet, 1915 tarihinde yıkılan Tevfik Fikret’in hayat hikâyesi 1867 tarihinde İstanbul-Aksaray’da başlar. Babası Hariciye (Dışişleri) Kalemi’nde memurluk ve değişik illerde mutasarrıflık (kaymakam) yapan Çankırılı Hüseyin Efendi, annesi ise sakız adası Rumlarından ihtida etmiş Hüsrev Bey’in kızı Hatice Refia Hanım’dır.
Nevî şahsına münhasır özellikleriyle hem sosyal, hem siyasal, hem kültürel, hem de edebi hayatında hep en önlerde gördüğümüz Tevfik Fikret’in seveni de çoktu, sevmeyeni de. Onun hayatında zihnime kazınan en önemli kelime “İstifa”dır, yani terk etmektir. Şiirde olduğu gibi terk etmede de başarılıdır. Bu iki başarının toplamı Tevfik Fikret’tir.
Galatasaray Lisesi
İlköğrenimine Aksaray Mahmudiye Valide Rüştiyesinde başlar. Burası, 93 Harbi dolayısıyla Rumeli’nden göçen muhacir ailelerin çocuklarına tahsis edilince Mektebi Sultaniye (Galatasaray Lisesi) kaydolur. Batı kültürüyle olan ilişkisinden dolayı bu okul Tevfik Fikret’in kişiliği ve fikirleri üzerinde etkin bir rol oynar. Galatasaray Lisesi’nin giriş kısmında büstü hala durur. Orada demlenir. Fikriyatı, hissiyatı orada şekillenir. Fikret hala oradadır, hala orada yaşar. Orada yazmaya başlar. Mezuniyetine ramak kala, 1879 yılında 12 yaşındayken hacca giden annesi dönüş yolunda yolda kaptığı kolera salgınından dolayı vefat eder. Bu haber Fikret’i sarsar, kendi iç dünyasına gömer, hafakanlar geçirtir. Ama yolundan alıkoymaz. Babasıyla da görüştükleri söylenemez. Dayısı ve yengesinin gözetiminde büyükannesinin şefkat ve himayesi altında büyür. Gençlik yılları onunla renk bulur.
Annesinin yokluğundan duyduğu ızdırabı şiirlere, şiirsel metinlere döker. İlk şiiri, Galatasaray’da henüz on altı yaşındayken hocası Muallim Feyzi Efendi vasıtasıyla Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanır. Edebi yönden çok mümbit bir ortamdır burası. Devrin birçok meşhur edip ve şairiyle burada tanışır. Muallim Feyzi, Muallim Naci, Edebiyat-ı Cedide ile Servet-i Fünûn ekollerinin baş mimarı Recaizade Mahmut Ekrem buradadır. 1888 yılında buradan birincilikle mezun olur.
Hakkın Olmayana El Uzatmamak!
Mezun olduğu yıl Babıâli Hariciye Odası’na kâtip olarak girer ancak buradaki işi mizacına ters bulduğundan, buradan ayrılarak Sadaret Mektubî Kalemi’ne girer. Burada da tutunamaz ve maaşın düşüklüğü bahanesiyle yeniden eski memuriyetine, Babıâli Hariciye Odası’ndaki kâtiplik işine döner. Tarih 1889’u göstermektedir. 1892 yılına kadar burada çalışır. Bu arada Gedikpaşa’da bulunan Ticaret Meslek Lisesi’nde Fransızca ve güzel yazı (hüsn-i hat) derslerine girer.
1888 yılında girdiği ve bir süre sonra ayrıldığı Babıâli Hariciye Odası’ndaki maaşı zamanında verilmediğinden içeride epey parası birikir. Ayrıldıktan epey zaman sonra işsizlik paralarıyla birlikte içeride birikmiş maaşları kendisine takdim edilince işsizlik karşılığı verilen paraları alamayacağını söyler. Tanpınar onun bu davranışını “Edebiyat Üzerine Makaleler” kitabında şöyle yorumlar: “Bu küçük hareket, belki çok dürüst bir ahlâkın samimi tezahürüydü. Orada Fikret’ten çok daha büyük şöhretliler olduğu halde onlar aldılar ama bu isimsiz ve genç şair, hakkına düşen meblağı almadı. Fikret, bütün hayatında bu jestin adamı olarak kalmış ve kendi kendisini tekzip etmemiştir.”
Evet, Tanpınar’a katılmamak elde değildir. Birkaç istisnai durumu saymasak Fikret, hayatı boyunca hep dik durdu, doğru bildiği yoldan sapmadı, hep bir ahlakçı olarak yaşadı. En büyük silahı buydu ve bunun için de hep istifayı kullandı. Bir şey kafasına yatmayınca şuna buna laf yetiştirmek yerine çekip gitti. Bu onun hayatının en önemli ayrıntısıdır. Beni, bu yazıyı yazmaya sevk eden amil de bu anekdot oldu. Günahınız kadar sevmediğiniz bir adam bile bir bakıyorsunuz gün geliyor bir hareketiyle sizi mahcup edebiliyor. Onun için her zaman teyakkuzda olmak zorundasınız. Meşhur misaldir Hz. İsa ile kırk havarisi yolda giderken bir köpek leşine tesadüf ederler. Tüm havariler yüzlerini çevirdiğinde İsa Ruhullah (as): “Ne güzel inci gibi dişleri var!” diyerek bir leşte bile bir güzelliğin temaşa edilebileceğinin altını çizer. Onun için kusurları değil; güzellikleri görmek marifettir. Alanyalı Kaygusuz Abdal (v. 1444) ne güzel değinmiş:
Bakkal mısın teraziyi neylersin
İşin, gücün yoktur gönül eğlersin
Kulun günahını tartıp neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne?
Meşhur misaldir Hoca Nasreddin’e baklava gidiyor demişler “bana ne!” demiş; “Sizin eve gidiyor!” demişler, “sana ne!” demiş. Bizler bu ayrıntılara çok fazla dikkat etmedik. İnsanların kusurlarına takıldık, özü kaybettik. Bu da güzellikleri örter, inci gibi dişleri saklar. Güzellikler varken kusurlarla uğraşmak niye? “Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi olun” der Hz. Mevlana? Öncekilere biraz da bu gözle bakmamız gerekmez mi? Yukarıdaki anekdot bile Fikret’i makbul bir adam kılmaya kafi. Yanlışları çoktur. Her şeyden önce bize tepeden bakmış bir müsteşrik havasındadır ama bizimdir ve dobra dobradır. Özgür bir dünyaya hasretti. İçinde kuralların, dinin, metafiziğin olmadığı bir dünya tahayyül ediyordu. “Toprak vatanım; nev-i beşer milletim” diyordu.
O kadar dine küstü ki Mehmet Tevfik olan ismini bile Tevfik Fikret olarak değiştirdi. Muhammed’in Türkçesi Mehmed’e bile tahammül edemedi. Allah, “ben kulumun zannı üzereyim” demiyor mu? O gerçeği öyle zannetti ve zannında yanıldı diyelim vesselam.
Robert Koleji
1890 yılında, 23 yaşındayken Trabzon valisi dayısı Mustafa Bey’in kızı Nazıma Hanım’la evlendi. 1894 yılında Galatasaray Lisesi’nde açılan Türkçe öğretmenliği imtihanını kazandı ve burada öğretmenliğe başladı. Üç yıl burada çalıştı. Paraya düşkünlüğünden midir bilemem ama tam o günler de, 1895 te, Amerikan Robert Kolejinden Fikret’in kapısını çalarlar. Oğlu Haluk’un doğduğu senedir. Robert Kolej’de Türkçe hocalığı teklifini alır ve orada hocalığa başlar.
Haluk’la birlikte yeniden hayatla barışır. Para sorunu da yoktur artık. Sosyal meselelerle ilgilenmeye kendini verir. Recaizade Mahmut Ekrem’in, edebiyatta yenilikler yapmaya hevesli gençleri bir araya getirip kurduğu topluluğun yayın organı olan Servet-i Fünûn’da yazmaya başlar, hatta uzun süre derginin kaptan köşkünde oturur. Memleketin birçok ileri gelen edebiyatçı ve şairi bu dergidedir. Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhâk Hamid Tarhan, Samipaşazade Sezai, Cenab Şehabeddin, Halid Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahid, Hüseyin Suad, Ali Ekrem Bolayır, Süleyman Nazif ve İsmail Safa bunlardan en çok bilinenleri.
Servet-i Fünûn, Tanzimatla başlayan batılılaşma hareketini zirveye taşıyan bir düşüncenin dergisidir. Batıllılaşma düşüncesini en ateşin bir şekilde üstlenen ve savunan bu dergidir. Resimli olması cihetiyle ilk dönem, Ahmet İhsan zamanında Sultan Abdülhamid’den hatırı sayılır bir yardım bile alırlar. 1896 tarihinde Ahmet İhsan Efendi’nin teklifiyle dergi tamamen Recaizade Mahmut Ekrem’in kontrolüne girer. O da Galatasaray Lisesi’nden öğrencisi olan Tevfik Fikret’i derginin hem başyazarlığına hem de yazı işleri müdürlüğüne getirir. Bu tarihten sonra dergi edebiyat ve sanat dergisi görünümünü kazanır.
Fikret, ayrılıkçı ve batıcı düşüncelerini burada görücüye çıkarır. İflah olmaz bir Abdülhamit düşmanı kesilir. Kesilir diyoruz çünkü daha önceleri böyle değildi. Mirsad dergisinin 1892’de açtığı “Sitayiş-i Hazret-i Padişahî” şiir yarışmasında Abdülhamid’i öven şiiriyle yarışmanın birincisi olur.
Medar-ı muhteşem-i iftiharımız sensin
Senin vücuduna muhtacız ey veliyi-i niâm
İlelebet sana densin Halife-i âlem…
Bu düşmanlığı Robert Kolej’de göreve başladıktan sonra zirve yapar. Sadece o mu? Hayır! Neredeyse tüm Servet-i Fünûn camiası Abdülhamit karşıtıdır. Jön Türklük bunu gerektiriyordu herhalde! Dillerine doladıkları en afili cümle şuydu: “Her müstebit gibi Abdülhamit’te bir gün devrilecek!”
21 Temmuz 1905 tarihinde Yıldız’daki Hamidiye Camii çıkışında, Cuma selamlığında Sultan Abdülhamid’e bombalı bir suikast tertip edilir. Faytonla cami çıkışı arasındaki mesafe 1 dakika 42 saniyedir. Bomba öyle ayarlanmıştır. Ancak Sultan Abdülhamit cami çıkışında Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü bir şeyler konuştuğundan suikasttan kıl payı kurtulur. Kırk elli masum insanın parçalanarak öldüğü bu suikast birden bire tüm dünya basının ilgi odağı olur. Avrupalı birçok devlet adamı Sultan Abdülhamid’e geçmiş olsun dileklerini iletir. Tevfik Fikret, Abdülhamid’e geçmiş olsun dileğinde bulunacağı yerde tetikçileri övücü “Bir Lâhza-i Teahhur” (bir anlık gecikme) şiirini kaleme alır.
Ey şanlı avcı dâmını bîhude kurmadın
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
Düşmanlığı bu kadar ileridedir. Abdülhamit bu düşmanlığı hiçbir zaman hak etmedi. Ancak şunun bilinmesinde fayda vardır. Devlet yönetmek kolay değildir, hele o günler de hiç kolay değildir. Mehmet Akif, Bediüzzaman, Elmalı Hamdi gibi birçok âlim ve münevver zat bile o günler de Abdülhamit’e karşı birleşen bloklarda yer almışlardır. Tabi onların muhalefetiyle Fikret’in muhalefeti farklıdır. Onlar ümmeti korumak adına muhalefet etmişler; Fikret ise ümmeti dağıtmak isteyenlerle kol kola girmiştir. Bu ayrıntılara dikkat etmeliyiz. Fikret onların ekmeğini yemeye başladıktan sonra fikirlerinin de savunucusu olmuştur. Evvela mütedeyyin bir kimliğe sahipti. Özellikle Robert Kolej’de çalışmaya başladıktan sonra hızla değişti. Aşiyan’ın, Kolej tarafından kendisine hediye edildiği söylentileri ise cabası.
Çalıştığı okul, kendisine tahsis edilen köşk, annesiz ve babasız büyümesi vesaire düşünüldüğünde Fikret’in Abdülhamid’e olan büyük düşmanlığını bir parça anlayabiliriz. Annesi biliyorsunuz hac dönüşü yolda vefat eder. Babasını ise görmeye hasrettir ve neredeyse hiç görmez. Buna sebep görülen Sultan Abdülhamit’tir. Fatura ona kesilmektedir. Babası Hüseyin Efendi, padişaha iletilen bir jurnal neticesinde İstanbul dışına sürülür. Bu aynı zamanda baba ile oğlun da ayrı düşmesi demektir. Hüseyin Efendi Hama, Nablus, Rakka, Urfa, Halep ve Antep mutasarıfflıklarında bulunur. En son geldiği Antep’te 1905 tarihinde vefat eder. Bu ayrılıklar küçük bir çocuk için kolay değildir. Tevfik Fikret’i değerlendirenler işin bu yönüne dikkat etmeseler pazılın eksik parçalarını tamamlayamazlar. Hiç kimse durduk yerde birisine böylesine düşman kesilmez. Bu babasız bırakılma acısı Fikret’i sadece Abdülhamid’in şahsına değil, dinine de düşman kılar. Bu noktayı göz önünde bulundurduğumuzda Tarih-i Kadim’i anlamakta da zorlanmayız.
Kininde o kadar ileri gider ki oğlu Haluk’u neden milli ve manevi değerlerle yetiştirmiyorsun diyenlere “o kendi doğrularını kendisi bulacaktır!” diyecek kadar kontrolünü kaybeder. Bu tavır maalesef Haluk’un hayatına mal olacaktır. Haluk önce babasını, sonra vatanını, en sonunda da dinini terk ederek Amerika’ya yerleşecek ve orada papaz olarak yaşayacaktır.
Onların penceresinden bakıldığında bütün bunların tek suçlusu, tek sorumlusu Abdülhamit’tir! Fikret’in ve diğerlerinin hiçbir suçu yoktur! Onun için tüm mesaileri hatta ömürleri Abdülhamid’i devirme hayalleriyle geçti. Abdülhamid’e düşmandılar. Sadece Abdülhamid’e mi? Keşke bununla sınırlı kalsalardı hiç olmasa ahiretleri harap olmazdı. Ne yazık ki geneli İslâm’a düşmandı. Abdülhamit, ittihad-ı İslâm’ın müdafiiydi. Batıya gözleri kapalı değildi, bilinci açıktı, münevverdi. Doğulunun ayaklarının altından çekilmek istenen iskemleyi görmüştü ve tüm mesaisini buna hasretmişti. Haçlı zihniyetinin çalışmaları karşısında bir dalga kırandı.
Bu dalgayı kırmanın en kolay yolu içerideki dinamikleri harekete geçirmekti. Robert Kolejler bunun için vardı ve bunun için Fikret gibi adamlara kucak dolusu paralar aktarılıyordu. Abdülhamit büyük bir deha idi ve direniyordu ama rüzgârlar ters yönden esiyordu. Şans Tevfik Fikret’lerden yanaydı. Onlarda çok çalışıyordu. Ağababalarından aldıkları güç ve ilhamla sahadaydılar. İmansız ve irfansız bir idealin peşine düşmüşlerdi. Amerikan Kolejinde yirmi yılı aşkın Türkçe öğretmenliği yaptı. Maaşını onlar verdiler. Abdülhamid’i mi savunacaktı? Değişmez hakikat: Kim kimin ekmeğini yerse onun kılıcını sallar!
Şunu da belirtmekte fayda vardır. Fikret’in düşmanlığını, hatta dinden soğumasını tamamen babasının sürülmesine, soruşturmalar geçirmesine vesaire bağlarsak gene işin hakikatine ulaşamayız. Evet, babası sürülmüştür bunu bir tarafa koyalım ama Fikret’in soruşturmalar geçirmesi söylentileri komiktir. Çünkü onun hayatını okuyan, araştıran herkes görecektir ki birkaç ifade alma dışında Fikret’in soruşturma geçirmesi, ceza alması, sürgün edilmesi, takip edilmesi vesaire söz konusu olmamıştır. Onun kitaplarının çoğu da Abdülhamit’in son yıllarında, Meşrutiyet’in ilanından sonra basılmıştır. Bunu derken bir tarafı aklama, diğer tarafı karalama derdinde değiliz, buna ihtiyacımız yok ancak hakikat bilinsin isteriz.
Yani Fikret yazdıklarından ve düşüncelerinden dolayı sıkıntılar yaşayan bir mütefekkir değildir. Ağır tahrikler içeren şiirleri hep el altından piyasaya sürülmekteydi ve buna ses çıkaran yoktu. Şimdi Abdülhamit’in bunlardan habersiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Asla! Ama buna rağmen ufak tefek birkaç sorgulama dışında hiçbir baskı ve mahkûmiyet yaşamamıştır. Özetle “kişinin kendine ettiğini düşmanı etmez” diye bir söz vardır. Fikret tamamen kendi kendisinin kurbanıdır. Onun çok pinpirikli ve adeta buluttan nem kapan bir mizaca sahip olduğunu herkes bilir. Bu hassas, duygulu, kırılgan ve karamsar yapısı, çevresiyle geçinmesine imkân vermediği gibi aralarına aşılmaz uçurumlar da koymuştur. Abdülhamit Han’a kesilen de bu hırçınlığın faturasından başka bir şey değildir.
Diğer bir nokta Fikret Tarih-i Kadim’i Aşiyan’a taşındıktan sonra kaleme alır. Ve Aşiyan, Robert Kolej’in hemen yanı başındadır. Fikret, Tarih-i Kadim’de tüm semavi dinlere karşı olduğunu belirtir. Fikret bunda samimi değildir çünkü eğer samimi olsaydı dini değerlere göre kurulmuş ve adeta Hıristiyan misyonerlerin cirit attığı Robert Kolej’de öğretmenlik yapmazdı. Ama o burada öğretmenlik yaptığı gibi oğlu Haluk’u da Hıristiyan değerlerine göre öğrenci yetiştiren bu okulda okutmuştur. Haluk 13 yaşındayken Robert Kolej’in orta kısmına kaydediliyor. Daha önceleri de Anglosakson usulünde eğitim veren Protestan Mrs. Green’in Bebek’teki cemaat okulu Community School’nda İngilizce öğrenimi görüyor.
Burası, bütün çocukların sabah ayinine ve İncil derslerine katılmak zorunda oldukları bir okuldur. Fikret bunu bilmiyor mu? Tabiî ki biliyor. Eğer bütün dinlere düşman olsaydı Haluk’u buraya gönderir miydi? Asla! Robert Kolej’de öğretmenliğe başladıktan sonra “irfanım tâbiiyet değiştirdi!” cümlesini kullanma gereği hisseden bir Fikret var karşımızda. Bu cümle onun tüm dinlere karşı olduğu fikrini tekzip etmeye yeter.
Çiftlik Ütopyası
İslam’a ve ülkelerine düşmanlıkları öyle bir noktaya gelir ki kendi ülkelerini bile terk etmeyi düşünürler. Yeni Zelanda’da bir adaya yerleşme ütopyaları böyle gün yüzüne çıkar. Kendi aralarında uzun uzun düşünürler. Tevfik Fikret, Hüseyin Siret, İsmail Safa ve Hüseyin Kazım Kadri Bey… Orada bir çiftlikte hafiyelerden, jurnallerden, tutuklanma kaygılarından uzak pastoral bir hayat düşlerler. Tabiat, deniz ve güneş… Ancak paraya takılırlar. Yol masrafları, alınacak çiftlik parası, işletme giderleri vesaire en az iki bin altın lazımdı… Tevfik Fikret babasından kalma Aksaray’daki konağı satmayı düşündüyse de işe yaramaz bir meblağ çıktı ortaya. En güzel teklif Hüseyin Kazım’dan geldi. Yeni Zelanda yerine Manisa dolaylarında bulunan Sarıçam’daki çiftliğini salık verdi. Hatta bunun için Hüseyin Cahit bir keşif yolculuğu bile yaptı.
Ne var ki Fikret’in, Abdülhamit gelip bizi orada da bulur tarzındaki aşırı pinpirikliği yüzünden proje suya düştü. Tevfik Fikret’in, “Bir Ân-ı Huzur”, “Bir Ömr-i Muhayyel” ve “Yeşil Yurt” adlı şiirlerinde onun bu gözlerden uzak bir adada yahut da çiftlikte yaşama arzusunun (ütopya) izlerini görmek mümkündür. Bu ütopya düşüncesini Servet-i Fünuncuların genelinde görüyoruz. Bunu da, beslendikleri Fransız Edebiyatından özellikle de J.J. Rousseau tesirine borçludurlar. Hüseyin Cahit’in Hayât-ı Muhayyel isimli ilk hikâye kitabı Servet-i Fünuncuların bu ütopyalarına geniş yer verir. Hikâyeyi okuyanlar hatırlayacaklardır Hüseyin Cahit, on iki hikâyeden oluşan bu ilk kitabında hayallerinde belirginleşen bu çiftlik projesini tüm detaylarıyla anlatır.
Geçmişle tüm ilişkilerini askıya alan grup şirin bir sahil kasabasına yerleşir. Zevklerine uygun bir köy ve kalabilecekleri evler inşa ederler. Buradaki tüm kararlar istişare usulüyledir. Kimse başına buyruk değildir. Köyün ortasında müşterek bir bina, bu binada bütün köy halkını alacak kadar geniş bir yemek salonu ve büyük bir kütüphane vardır. Her akşam burada toplanıp piyano çalmak, kitap okumak, şiir dinlemek tüm köy sakinlerinin vazgeçilmezleri arasındadır.
Ne yazık ki grup olarak bu hayalleri gerçekleşmez ama Ferdi olarak bunu ilkin başaran Tevfik Fikret’tir. Rübab-ı Şikeste’yi yayınlamasından beş sene sonra, 1905 yılında babası ölünce çiftlik fikrinin önü açılır. Fikret Kolej’de, hatırı sayılır bir maaşın sahibidir o günlerde. Babası ölünce Fikret kendisine kalan Aksaray’daki konağı satar ve Rumelihisarı’nın tepesinde planları tamamen kendisine ait olan Aşiyan’ı inşa eder. Aşiyan onun inziva sarayıdır. Bülbül nağmelerinin susmadığı dünya cenneti bir mekândır. Arkası orman, önü İstanbul Boğazı’dır. Münzeviliğe oynar burada. Şiirlerini, yazılarını, resimlerini burada gün yüzüne çıkarır. Halktan uzak bir hayat; sessiz, sedasız bir yer. Bu evin bahçesine defnedilmeyi vasiyet eder ancak akrabaları kendisini Eyüp’teki evinin yanında bulunan kabristana defnederler. Ancak gönlü Eyüp’te olmadığından olsa gerek ki yıllar sonra, 1961 yılında yetkililer naşını buradan alıp Aşiyan’daki evinin bahçesine naklederler.
Servet-i Fünuncularla yıldızı barışmasa da Akif’in de benzer hülyalar taşıdığı olmuştur. Ancak onun ıstırabını dillendiren, parçalanan ümmetin hali pür melâlidir. Koskoca imparator göz göre göre eriyor ve Akif buna şahittir. Ona şu mısraları yazdıran ruhunda depreşen bu acılardır. Yoksa Servet-i Fünuncular gibi romantik dalgalar peşinde değildir.
Bana dünyada ne yer kaldı, emîn ol, ne de yâr;
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyâr,
Bunalan rûhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder?
Evet, Akif’i bunaltan, dertlere, arayışlara giriftar kılan ümmetin bu halidir.
Yurdu baştanbaşa vîrâneye dönmüş Türk’ün;
Dünkü şen, şâtır ocaklar yatıyor yerde bugün.
Gündüz insan sesi duymaz, gece görmez bir ışık,
Yolcu haykırsa da baykuş gibi, çığlık çığlık!
24 Temmuz 1908’de İkinci meşrutiyet ilan edilince memleket İttihat ve Terakki Fırkası’nın yönetimine girer. Tevfik Fikret Aşiyan’dadır. Yanında kadim dostları Hüseyin Cahit ile Hüseyin Kazım var. İsmini Fikret’in koyduğu Tanin gazetesinde yazıyorlar. Abdülhamitsiz bir dünya düşlüyorlardı düşlerine kavuştular! Meydanlar onlara kaldı. Dillerinde: “Gitti istibdat, geldi hürriyet!” sloganı.
“Artık hürriyet şiirleri yazma zamanıdır” diyor Tevfik Fikret yoldaşı Hüseyin Cahit Yalçın’a. Ve başlıyorlar mutluluk ütopyalarını karalamaya! Ancak mutlulukları bir yıl sürdü. Tevfik Fikret istifa etti. Zannettikleri gibi hürriyet gelmedi memlekete. Sadece Abdülhamit gitti. Ortalık eskisinden de kötü oldu. Tanin’den de istifa etti. “Çok hırçınsın!” diyen arkadaşı Hüseyin Cahit’in yüzüne bile bakmadan Tanin’deki odasını terk etti. Terk etmeyi sever çünkü Fikret. Suçlu da hep karşısındakidir. Öyle hicveder arkadaşlarını:
Ayın Nâdir hakaret gördü gitti,
H. Nazım başka hikmet gördü gitti,
Sezai fazla hürmet gördü gitti,
Hele Tahir Bey’in ahvali malum
O Tahir’le karâbet gördü gitti.
Çalıştığı tüm mesai arkadaşlarını hep bir bahaneyle terk etti. 1900 yıllarında Servet-i Fünun’u bir hiç yüzünden terk etti, 1908 yılında Tanîn’den sebepsiz yere ayrıldı, çiftlik ütopyaları da onun yüzünden askıya alındı. Daha ilk memurluk yıllarından başlayarak hayatı istifalarla doludur. Yıllar yılı Aşiyan’dan dışarı çıkmadı. Dostlarının çoğuyla küs yaşadı ya da tamamen terk etti. Dinini, kültürünü, imanını, değerlerini, kutsalını… Ne varsa terk etti.
Ona göre huzur, ışık batıdaydı. Reçetesi oradaydı. Oğlunu da o reçeteyi, o ışığı getirmesi için gönderdi. Ne oğlu geldi, ne ışık! Gitti Kilise’de zangoç oldu. Kendisi de tüm bu hayal kırıklıklarını kaldıramadı ve yıkıldı gitti. Son nefesindeki “yıkılıyorum” kelimesi tam da bunun ispatıdır.
Yeni Düşman: İttihatçılar
İttihat ve Terakki işin başına gelince Maarif Bakanı onu Galatasaray Lisesi’ne müdür yaptı. Galatasaray Lisesi’ne müdür olduğu gün eski Servet-i Fünunculardan ve aynı zamanda kız kardeşi Sıddıka Hanım’ın kocasının abisi olan Ahmet Hikmet Müftüoğlu oradan ayrıldı. Fikret’e tahammülü yoktu.
Galatasaray Lisesi olarak İstiklal Caddesi’nde hizmet veren bugünkü binayı Tevfik Fikret inşa etti. Ancak menfaatleri zedelenen bazı dedikoducuların iftiraları yüzünden buradan istifa etmek zorunda kaldı. 31 Mart Vakası’ndan sonra yeniden Robert Kolej’e döndü. Galatasaray’da kalmasını ve direnmesini isteyenlere verdiği cevap şuydu: “Ben fitili ayarlanan bir gece lambası değilim”
Memleket İttihatçıların eline geçmişti. Her yerde onların borusu ötüyordu. Abdülhamid’i indirenler pişmandı. Fikret’in yazdığı Tanin Gazetesi artık İttihat ve Terakki’nin bültenine dönüşmüştü. Bütün bunlara üzülen Tevfik Fikret’in yeni düşmanı ittihatçılardı artık. Aşiyan’a kapanmıştı. Oradan yazıyordu, oradan konuşuyordu. İttihatçıları hedef alan “Han-ı Yağma” şiirini bugünlerde yazdı. İskoçya’ya gönderdiği oğlu Haluk için yazdığı şiirlerini “Haluk’un Defteri” ismiyle gene bu günlerde, 1911 de yayınladı. Buradaki Haluk, Mehmet Akif’in şiirlerinde bayraklaşan “Asım’ın bir başka versiyonuydu. O da idealize ettiği gençliğe Haluk üzerinden mesajlar veriyordu. Çok ümit beslediği İttihat ve Terakki siyasilerini “Han-ı Yağma” şiiriyle (1912) yerden yere vuruyordu.
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Kedi Sever Fikret!
Tevfik Fikret çok renkli bir adamdır. Ediptir, muharrirdir, şairdir, ressamdır, siyasetçidir… Velhasıl-ı kelâm on parmağında on marifet bir adamdır. Yemek konusunda da çok zevk sahibidir. Özellikle hoşaf çeşitlerine bayılır. En sevdiği hoşaf buzlu vişne kompostosudur. Soğuk suyu çok sever hem de yaz kış ayrımı yapmadan. Karısı Nazıma Hanım’ın anlattığına göre kışları bile daha fazla soğusun diye su testilerini balkona koyarmış. Yemeklerden en çok böreğe düşkünmüş. Aşçılarını özellikle Bolulular arasından seçmesiyle meşhurdur. Onun en dikkatimi çeken yanlarından birisi inanç konusunda zayıf olmasına rağmen hayatı boyunca tek damla olsun ağzına içkiyi koymamış olmasıdır, ahlakçıdır, kuralcıdır, tavizsizdir.
Fikret budur işte. Zıtları şahsında birleştirmiş bir adam. Her yönüyle dikkat çekicidir. Zerriştesi de meşhurdur mesela. Bu kadar sözden sonra Zerrişte’yi anmamak mümkün mü? Zerrişte onun yaramazlığıyla meşhur kedisinin adıdır. Fikret’e etmediğini bırakmazmış. Ama buna rağmen onunla yatıp kalkar. Ayrılığına dayanamazmış. İşin garibi dostlarını da Zerrişte’ye benzetirmiş. Ona her baktığında dostlarını hatırlatırmış!
“Yaz aşkına dair” dediniz… İşte misali:
Sevdiklerimin ben
Hepsinde bu tırnakları, hepsinde bu hali
Hepsinde bu hırçın kedi simasını gördüm…
Sevdiklerimin ben
Hepsinde bu tırnakları, hepsinde bu hali
Hepsinde bu hırçın kedi simasını gördüm…
Kedi konusunda Fikret yalnız değildir; Servet-i Fünuncuların çoğu kedi severdir. Hemen hemen hepsinin kedisi vardır. Tevfik Fikret’inkini ön plana çıkaran Zerrişte ismidir. Nurullah Ataç, bir yazısında Zerrişte’nin ismiyle alay eder, hatta “böyle kedi ismi mi olur? Gel pisipisi, Zerrişte demek gülünç değil mi?” diye yazar.
Savaş Karşıtlığı ve Akif’le Polemiği
Akif’le, Fikret birbirilerini sadece ismen bilirler. İlk defa 2. Meşrutiyet’ten sonra Darülfünun’da karşılaşırlar. İkisi de burada ders vermektedir. Mehmet Akif, bu karşılaşmayı Mithat Cemal’e, ilk defa karşılaştığı adama yirmi yıllık arkadaşlarını çekiştirdiğinden dolayı sevmediğini söyler.
Tevfik Fikret’in en belirgin yanlarından birisi savaş karşıtı bir ruha sahip olmasıdır. Bu yanını Tarih-i Kadim’de tüm detaylarıyla görmek mümkündür. İla-yı kelimetullah uğruna kıtalar fetheden ecdadımızın tarihi onun gözünde “kan” ve “vahşet”ten başka bir şey değildir.
Her şeref yapma, her saadet piç
Her şeyin iptidası, ahiri hiç
Din şehit ister, asuman kurban
Her zaman her tarafta kan, kan, kan!
Tevfik Fikret’in tarihe, dine bakışı bu. Bu düşüncelere sahip olduğu için Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşına girmesine çok kızar, kızmakla da yetinmez çok sert ifadeler kullanır. Mehmet Akif onun bu sertliğini hazmedemez. 1912 yılında yayımladığı “Süleymaniye Kürsüsünde” isimli kitabında, Tevfik Fikret’e, “Tarih-i Kadîm” manzumesini de bahane ederek ağır eleştiriler yöneltir, kendisi için ”zangoç” ifadelerini kullanır. Akif’in bu cevabı yukarıdaki mısralarda da görüldüğü gibi herhangi bir şahsi husumete değil tamamen dini hassasiyetlerine dayanmaktadır.
Eleştiriye kayıtsız kalamayan Tevfik Fikret “Tarih-i Kadîm’e Zeyl” manzumesiyle Akif’e cevap verir, cevap vermekle de yetinmez, daha da ileriye giderek tüm semavi dinlerin karşısında olduğunu açıklama cüretinde bulunur. İşte benim neslimin çoğu özellikle mütedeyyin çevreler Fikret denince Akif’le olan bu polemiğiyle gündeme gelen dinsiz Tevfik Fikret portresini bilir. Bunu yabana atamayız, doğrudur, böyle bir Tevfik Fikret portresi vardır ama bu dinsizlik portresi onun sanatkâr portresini örtmemelidir. Burayı kafaya takarsak Rübâb-ı Şikeste’yi, Şermin’i nereye koyacağız?
Tevfik Fikret’in evveliyatı böyle değildi zaten. Bu dinsiz yanının nüksetmeye başlama miladı Servet-i Fünûn Dergisi’nin başına geçtiği 1896 yılıdır. Bu tarihten sonraki Fikret’in düşünce dünyasında gözle görülür bir kırılma yaşanır ve kendisini “sanat sanat içindir” anlayışına bırakır. Halktan kopuk, karamsar ve bedbin bir Fikret portresi şekillenmeye başlar. Bu tarihe kadar ki Fikret daha mütedeyyin bir ruh haline sahiptir. “Tevhid” ve “Sabah Ezanında” şiirleri onun evveliyatına misaldir. Tıpkı Nazım gibi. O da benzeri bir kırılma yaşıyor. Tabi onların bu hale gelmesinde elbette ki devrin siyasi anlayışının etkisi vardır ama bunu tamamen buraya hasretmek vicdansızlık olur.
Bunda bir parça onların kişisel mizaçlarının ve ailevi sorunlarının da payı vardır. Tevfik Fikret’te mesela ciddi hastalıklar söz konusudur. Doktora görünmeyi zül addeden bir adamdır ve hiçbir doktora görünmek istemez daha doğrusu güvenmez. Onun bu inatçılığı şeker hastalığı başta olmak üzere birçok hastalığa davetiye çıkarır ve nihayetinde 19 Ağustos 1915 tarihinde 48 yaşındayken ruhunu teslim eder. Ercüment Ekrem Talu bu tarihi dikkate şayan bir tarih olarak zikreder. Çünkü bu tarih aynı zamanda Abdülhamid’in cülûs günüdür. Hürriyetin en büyük aşığı Tevfik Fiket’in, hürriyetin en büyük düşmanı olarak gördüğü Abdülhamid’in cülûs gününde ölmesi ona göre garip bir tesadüftür.
Hülasa
Milletle, siyasi iktidarla, Allah’la, kendisiyle çok barışık bir adam değildi hatta az kitapta okurdu, Servet-i Fünûncular arasında en az kitap okuyan da oydu ama iyi bir şairdi, ressamdı, ahlakçıydı. Rübâb-ı Şikeste gibi dev bir hatıra bıraktı. Bugün Boğaz’a nazır bir tepede, Aşiyan’da dinlenmektedir.
Fikret, hakkında çokça kitap yazılan şairlerden birisidir. Detaylı bir liste sunacak değilim ancak bu yazının vücuda gelmesinde özellikle istifade ettiğim birkaç çalışmayı zikretmek isterim:
Bunların başında “Sanat ve Edebiyat Yazıları” (Orhan Okay), “Türk Edebiyatı 3” (Ahmet Kabaklı), “Çağdaş Türk Edebiyatı 1” (Şükran Kurdakul), “Diyorlar ki” (Ruşen Eşref ünaydın), “Edebi Portreler” (Hakkı Süha Gezgin), “Geçmiş Zaman Olur ki”, (Ercümend Ekrem Talu), “Edebiyat Üzerine Makaleler” (Ahmet Hamdi Tanpınar), “Tevfik Fikret” (Mehmet Kaplan), “Kırk Yıl” (Halit Ziya Uşaklıgil), “Rübab-ı Şikeste” (Haz. Abdullah Uçman), “Siyasi ve Edebi Portreler” (Yahya Kemal Beyatlı), “Tevfik Fikret” (Atilla Özkırımlı), “Sisi dağıtan Umut Tevfik Fikret” (Cuma Duymaz), “Modern Türk Edebiyatı” (Oktay Yivli), “Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı” (Ramazan Korkmaz), “Camideki Şair Mehmet Akif” (D. Mehmet Doğan), “İslam Şairi İstiklal Şairi Mehmet Akif” (D. Mehmet Doğan), “Duruşunu Bozmayan Adam Mehmet Akif Ersoy” (Mehmet Nezir Gül), Saatler, Ruhlar ve Kediler (Beşir Ayvazoğlu), “Tevfik” (Beşir Ayvazoğlu), “Tarihi Kadim Doksan Beşe Doğru” (Hasan Ali Yücel) ve “Resimli Türk Edebiyatı Ansiklopedisi” (Nihat Sami Banarlı) gelir.
“Hak bellediğin bir yola yalnız gireceksin!” Fikret’ten kalan bir ser levha. Işıklar içinde yatsın.