“Âşık Veysel”
var.
Hece Taşları
Dergisinin
22. Sayısı Çıktı
Tayyib Atmaca’nın Genel Yayın Yönetmenliğinde çıkan, yine hece şiirleriyle dolu dolu olan “Hece Taşları” dergisinin 22. sayısı çıktı. Bu sayıdaki isimler:
Âşık Veysel, Cumali Ünaldı Hasannebioğlu, Nuri Peksöz, Yasin Mortaş, Muhammed Emin Türkyılmaz, Âşık Muhsinoğlu, Mehmet Nacar, Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Osman Aktaş, Nihat Malkoç, Doç. Dr. İrfan Görkaş, Harun Yıldırım, Seyit Kılıç, Ekrem Kaftan.
“Hece Taşları” dergisinin 22. Sayısında yer alan Âşık Veysel’in 4 şiirinden “Sen Bir Ceylan Olsan” şiirini ve Nuri Peksöz’ün Âşık Veysel ile ilgili “Yunus Soylu Ozan: Âşık Veysel” yazısını tadımlık olarak alıntıladık, aşağıda okuyabilirsiniz.
ÂŞIK VEYSEL
Sen Bir Ceylan Olsan
Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
Vursam yaralasam söz ile seni.
Kurulma sevdiğim gözelim deyin
Bağlanma karayı alları geyin
Ben bir çoban olsam sen de bir koyun
Beslesem elimde tuz ile seni.
Koyun olsan otlatırdım yaylada
Tellerini yoldurmazdım hoyrada
Balık olsan takla dönsen deryada
Düşürsem toruma hız ile seni.
Veysel der ismini koymam dilimden
Ayrı düştüm vatanımdan ilimden
Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni.
NURİ PEKSÖZ
Yunus Soylu Ozan: Âşık Veysel
Sevda ateşten bir gömlek oralarda. Uzak bir çağrışımla anlatır olduk o diyarları. Yunus edalı sözler, Veysel edalı sözler… Ahmet Kudsi Tecer, babasının Erzincan’daki köyünü kastederek “ Orda bir köy var uzakta / O köy bizim köyümüzdür.” derken Anadolu’daki sesleri özlemiş olmalı. Sonra “Söylenmemiş bir masal” denildi o diyarlar için. Susuz yolcularını bekleyen çoban çeşmeleri, yollarda kalanların matemi…
“İstanbullu aydın” dedim. Savaşın en buhranlı günlerinde Anadolu’yu tanıdı. Kalem sahipleri, kelam sahipleri romantik bir memleketçi söylem geliştirdi. Okulsuzu, yolsuz, ilaçsız bırakılmış bir ülkenin üstüne ağıtlar söylendi. İnanmış insanların diyarıydı Anadolu, sabrın ve cehdin diyarıydı. Mütevekkil insanlar direndi düşmana, yorgun ve yoksul çıktı savaşlardan.
Veysel’i büyüten toprak bir masal ülkesi değildi. Salgın hastalıklarla çocuklar ölüyor, ya da Veysel gibi bu hastalıklarla gözlerini kaybediyordu. Veysel 1894 yılında Sivas’ın Şarkışla kasabasına bağlı Sivrialan köyünde dünyaya gelir. Çocukluk dönemi Osmanlı devletinin hızla yıkılışa gittiği bir dönemdir. İşte savaşların (Balkan savaşı, 1. Dünya savaşı, Kurtuluş Savaşı) ölümlerin, kaybedişlerin matemini derinden hissederek bir “küçük dünya” kurdu kendine. Yedi yaşında gözlerini kaybeden şair çileyle olgunlaşır. Cemaat idrakinden çok bir cemiyet bilinci kazanır. Savaşa uğurlanan askerleler birlikte “eline kına yakılmamış” bir genç olur Veysel. Er sayılmamanın yoksunluğu üzer onu.
Eşinin ifadesiyle “gözlerini gönlüne çevirmiştir.” İçinde çırpınan denizi keşfetmek oradan inciler çıkarmak için. Yirmili yaşları onun dertlerle, acılarla kaybedişler ve ihanetlerle yüzleştiği yıllardır. İnsan yaşadığını bilir bana göre. Yaşadı Veysel… İlk evlilik hüsranla bitti. Çocuklarını, anne ve babasını kaybetti. Babası Veysel için çok önemliydi. İlk sazını o getirmiş ilk şiirleri ilk ezgileri babası ona ezberletmişti. Ona, peygamber dostu bir ümminin adını verdi. Yemen çöllerinde doğan” Üveysilik” adı verdiğimiz ümmi bir velayet yolunun simgesi Veysel Karani. Kadere talebe olmuştu bir kere. Hamları pişiren bir ıstırap ateşi yakardı talih.
“Takdirden gelene tedbir kılınmaz,
Ne kılayım çare ben simden geri?
Yaram türlü türlü merhem bulunmaz,
İstersen merhem çal şimden geri.” (Dostlar Beni Hatırlasın)
Ne kılayım çare ben simden geri?
Yaram türlü türlü merhem bulunmaz,
İstersen merhem çal şimden geri.” (Dostlar Beni Hatırlasın)
1931 yılında Ahmet Kudsi Tecer’le tanışır. Halk kültürüne büyük hizmetleri olan Tecer aşığı çok beğenir. Onda şair kumaşı olduğunu fark eder. Veysel’e “halk şairi olduğuna dair bir belge” verir. Bu belge şairin cesaretini artırır. Tecer, sadece bir şairi değil bir insanı da fark etmişti. Verilen para ödülü kabul etmeyen bir âmâ ozan. Bozulmamış bir taşra delikanlısı.
Veysel’in Cumhuriyetin onuncu yılında yazdığı şiir çok beğenilir. Nahiye müdürü bu şiiri Anakara’ya gönderelim derse de Veysel: “Bu şiiri Ankara’ya ben götürürüm.” der. Üç aylık bir yolculuktan sonra Ankara’ya varır. Ankara, İran Şah’ını karşılamaya hazırlanmaktadır. Veysel hırpani kıyafetleriyle sazına tel almak için gittiği iş hanına alınmaz. Ertesi gün “Hâkimiyet Milliye “ gazetesi Veysel’in şiirini yayımlar.
Veysel, eskilerin afet dediği şöhrete yavaş yavaş yaklaşmaktadır. İstanbul radyosuna çıkan şair bütün yurtta tanınmaya başlar. Sonraki yıllarda Veysel’in şöhreti hazmettiğini görmekteyiz. En güzel şiirlerini bütün yurtta tanındığı yıllarda söyler. Köy enstitülerinde öğretmenlik yaptığı yıllar onun için çok verimli geçer. Toprak şiirini Çifteler Köy Enstitüsü’nde yazar. Toprağa bu kadar mana veren Veysel’in beslendiği tasavvuftu. “Aynı vardan var olmuşuz/ Sen altınsın ben baç mıyım?” derken yaratılışa vurgu yapıyordu. Toprak tasavvufta anâsırı erbaadan ( dört unsur: torak hava, su ve ateş) biridir. Torak tevazu ve cömertliği sembolize eder. İnsanın mayasıdır elbette.
“Dileğin varsa iste Allah'tan,
Almak için uzak gitme topraktan.
Cömertlik toprağa verilmiş Hak'tan,
Benim sâdık yârim kara topraktır.” (Dostlar Beni Hatırlasın)
Gözleri âmâ’dır, bir özürlü olarak yaşamış hayatını idame etmiştir. Kadere isyan görülmez şiirlerinde. Oysa edebiyatımız kadere talihe isyanla doludur. Oysa insan anacak bahtına rıza göstererek acılara tahammül gösterebilir. Acılardan ilaç edinen âşık mütevekkil bir anlayışla hayata bakar. Bazen talihe karşı sitem etse de bu teslimiyet şirinlerinde hissedilir.