İnsan II

AZİZ SAVAŞ
İnsan II
 
İnsan hakkında yazıp konuşmak, derin bir tecessüs ile ruh, fikir ve gönül dünyası içerisinde gezinmek, dünyamızdan daha gerçek, daha tesirli iklimini, farklı mevsimlerini hissetmek, gecesini gündüzünü yaşamak, her bir hassası bir millet, bir kültür kadar karmaşık ve derin olan, bir gücü ve iktidarı olan, duygu, arzu, ihtiras ve iştiyak diyarlarında dolaşmak ne acayip bir sergüzeşttir! Fikir kuşu bir seyyah gibi, bu bilinmez, bu muammalar ile dolu diyarlarda uçarken, kim bilir, ne acayiplikler ile karşılaşır, nasıl hayretler içerisinde kalır?

Her bir insan, nevi şahsına münhasır şahsiyeti ile, gönül, ruh ve tefekkür dünyasında sahip olduğu potansiyel hassalarıyla keşfedilmeye, işlenip mamur hale getirilmeye amade birer âlemdir. İnsanoğlu, dünyaya düşüşten itibaren, kişiliğini oluşturan, manevi dünyasını var eden bu nevi şahsına münhasır hassaların tohumları bir bir çatlamaya, uç verip kendini göstermeye başlar. Lâkin, dışımızdaki dünyada nasıl bir tohum, uygun iklimi; suyu, sıcaklığı, verimli toprağı ya da havayı bulamayınca, ya tohum halinde iken çürür, ya filiz verir ama iklimin şartlarına dayanamaz yok olur, ya da verimsiz bir bitkiye dönüşürse, insandaki bu hassalar da, gelişmek için uygun manevi iklimi bulamadığında, bir başka deyişle, dış dünyadaki elverişsiz iklimin tesiriyle ya yok olurlar ya da gelişmez, akim kalırlar.

'Dış dünyanın tesiri' dedim…

Evet, bu acımasız realitedir ki, her biri birbirinden farklı hassalara sahip milyonlarca insanın ruh ve gönül dünyalarını, arzu, iştiyak ve emellerini birbirine benzer kılmakta, aynı mecraya yönlendirip akıtmaktadır. İnsanoğlu, henüz bir şuura ulaşmadan, kendisini kuşatan çevrenin alışkanlıkları, manevi atmosferi, kültür kalıpları ve maddi yaşam koşullarının tesiri altında uzunca bir ömür sürmekte, benzer alışkanlıklar, benzer manevi ve psikolojik his ve emeller edinmekte, hayat karşısında benzer refleksler ve tutumlar sergilemektedir. Ali Şeriati'nin dediği gibi, bir insanın kimlik yaşından daha çok, onun kültür ve o kültürü oluşturan tarih yaşından bahsetmek daha gerçekçi ve doğru olur. Çünkü, özgün şahsiyetini bulana kadar ya da hayattaki duruşunu belirleyen özgün bir şuura erişince kadar, çevresinden, toplumdan ya da dünyanın mevcut egemen kültüründen bir tarihi, bir kültürü, bir kişilik ve şahsiyeti miras almakta, onun bir parçası olmaktadır. Yine Şeriati'nin deyimi ile, kendisini kuşatan bu tarih ve kültür zindanının duvarlarını yıkan, buradan kurtulup özgün şahsiyetini bulan insanların sayısı da bir hayli azdır.

İnsanoğlunun bu handikapı, bu bağnazca, bu körü körüne tutumu yüzündendir ki, dinin ilk mesajı 'oku!' emri olmuştur. Yine, bütün ilâhî mesajlarda, insanoğluna yöneltilen eleştirilerin başında, 'akletmezler', 'düşünmezler -tefekkür-' ve 'idrak etmezler -şuur-' itabları gelmiştir. Din, insanları, atalarının dinine ve adetlerine körü körüne bağlanmaktan meneder; tefekküre ve idrâke davet eder; özgürleşmeyi, varlıktaki hakikat ile yüzleşmeyi, bir mimar gibi, kendi benliğini bu hakikat üzere yeniden inşa etme gerekliliğini öğüt verir. Sadece inanmayanları değil, inananları da buna davet eder. Çünkü tefekkür, salt zihne ve dimağa ait bir ameliye değildir. Tefekkür ile tezekkür birlikte cereyan eden, ruh ve gönül dünyamızda birlikte keşfe çıkan, onun sırlarını açığa çıkaran, sınırlarını genişleten ve insanı 'eşref-i mahlukat' makamına taşıyan bir ameliyedir. İnsan ancak bu ameliye sayesinde, kendisini kuşatan maddi dünyanın, tarih ve kültürün, alışkanlıkların setlerini yıkabilir, hakikat diyarına özgürce kanat açabilir. Geniş anlamıyla 'iman', tam bir güven, tam bir şuur ve yakîn içerisinde, varlığın ve varlık ötesinin sırrına ermek ve oradan Allah'a varmaktır. Bu sırra eren insanın ruh ve gönül dünyası, her türlü endişeden, tasa ve kederden azade olur ve tam bir esenlik ve aydınlığa kavuşur. İşte o zaman, gerçek anlamda özgür, gerçek anlamda özgün ve gerçek anlamda kişiliğini bulan o nevi şahsına münhasır insan olur.

Modern Hümanizm'in bütün 'ben'lik söylemlerine rağmen, insanın bu kadar kuşatıldığı, ruh ve gönül dünyasının bu kadar istila edildiği, zevk, estetik, arzu ve iştiyakının bu kadar tesir altında bırakıldığı, bütün bir insanlığın bu kadar birbirine benzetildiği başka dönemler yaşanmamış olsa gerek insanlık tarihinde. Bu hal, insanlığın başına gelebilecek en büyük felakettir. Bu ağır şartlar altında modern insan, gerçek benliğini bulamamakta, tanımlanan, yabancısı olduğu başka bir benlik, bir cin gibi gelip içine yerleşerek onun bütün hayatını sevk ve idare etmektedir ki kahir ekseriyette bu böyledir. Bu yükün altından kalkamayanlar ise, kör bir nihilizme saparak ya anarşizme ya da vurdumduymaz bir yola, insan fıtratına aykırı, sapık inanışların ve ideolojilerin yoluna sapmaktadır. Yoksa, bugün dünyamızda sayıları her gün artan bunca sapık mezheplerin, inanış ve ideolojilerin sebebini başka neyle izah edebiliriz?

Yüce Yaratıcıya, '’sen gökte dur; ben bana yeterim'’ diyen, O'na kulluktan kaçınan bencil ve kibirli insanın bugün vardığı yer, maddenin ve süfli ihtirasların kölesi olmaktan başkası değildir. İnsanlığı bugün içine hapsettikleri dünya, elinde tuttuğu güç ile çakallaşan küçük bir azınlıktan ve çoğunluğu zavallı kuzular olan bir dünyadır. Merhamet ve vicdandan yoksun, ahlak ve yüce değerlerden mahrum bu süfli yaratıkların, bu çakalların hüküm sürdüğü dünyadan, kan, gözyaşı ve acı feryatlardan başka ne beklenebilir ki? Bir, yüce yaratıcının yasalarına tabi evrendeki düzeni, ondaki sanat ve estetiği, ondaki letafet ve rikkati, ondaki merhamet ve şefkatin tezahürünü, ondaki adaleti ve insicamı düşünün, bir de, ilahi ışıktan, onun hidayetinden mahrum, bencil ve kibirli, ihtiraslarının kul ve kölesi insanların tahakküm ettiği bugünün dünyasını… Kaldı ki, iki dünyanın içerisinde aynı anda yaşamakta ve ikisini mukayese etme şansına da sahibiz…

Hep merak etmişimdir: bu zavallı yaratıkların, bu kibirli ve hodbin, bu ihtiraslarının sıtmasına yakalanan karanlık ruhların acaba nasıl bir iç dünyaları var, diye? Mesela, binlerce masum insanın üzerine bomba yağdırma emrini verirken bir zalim yönetici ya da komutanın iç dünyasında, acaba nasıl bir mekanizma işliyor, hangi his ve duygular bir araya gelerek bu kararı veriyor? Çünkü bu karar önce gönülde oluşur, sonra dil ona tercüman olur. Acaba, hiç, bu iç âlemleriyle yüzleşiyorlar mı? Bu vicdanlar, nasıl olur da, tamamen çorak, tamamen karanlık, tamamen bütün insani duygulardan, merhamet ve sevgiden yoksun çürümüş ve kokuşmuş bir halde olur? Acaba hiç bir pişmanlık, hiç bir acıma, bir merhamet ve sevgi duygusu bunları yoklamıyor mu, ruh ve gönül diyarlarına uğramıyor mu? Acaba yaşlanınca, bütün bu his ve ihtirasları doğuran melekeleri zayıflayınca, kendileriyle dünya arasına o ölüm perdesinin indiğini hissetmeye başlayınca nasıl bir ruh hali içerisine giriyorlar? Acaba yaptıklarından pişman oluyorlar mı? ‘’Eyvah biz ne yaptık? Bu nasıl bir hayat ki yaşamışız?’’ diyorlar mı?

İnsanoğlunun unuttuğu şey ölümdür. İnsanı azdıran, bütün benliğini saran ihtiraslarını; kin ve öfkesini, açgözlülüğünü, bencillik ve kibrini, şehevi arzularını tutuşturan, ölmeyeceğine dair aldanışıdır. Ölüme giderken bile ölümden habersiz olmasıdır. Yoksa, akıl ve şuur dengesi yerinde olan bir insan, niçin kötü emeller, kötü niyet ve arzular beslesin? Niçin geçici ve sınırlı bir hayat için, gönlünü yakıcı ihtirasların, endişe ve korkuların, ruhi gerilim ve bunalımların ateşine versin? Niçin rahatını ve huzurunu, doyumsuzca bir ihtirasın, daha çok kazanma hırsının yoluna feda etsin? Niçin başkasını öldürmekten, onun elindekini almaktan, ona eziyet ve işkence etmekten zevk alsın? Eğer bir sadist, bir ruh hastası değilse niçin bunları yapsın? Bunun bir tek sebebi var: Ölüme inanmaması, ölmeyecekmiş gibi bir duygu içinde yaşaması. Hani çok sık duyarız, ömrü boyunca didinip kazandığı mal varlığını, maddi saltanatını, yakalandığı bir hastalıktan kurtulmak için, ölmemek için, gözünü kırpmadan feda etmeye hazır nice insanın hikâyesini?

İnsanoğlu, çoğunlukla başkalarının ölümünü hissetmez ve kendisinde bir tesir oluşturmaz. Meğer ki, çok bağlandığı, hayatının bir parçası olduğu biri olsun? İşte o zaman onun eksikliğini, ölümün o soğuk nefesini içinde hissetmeye başlar. Bu satırları yazarken, yıllar önce izlediğim ve sonradan kitabını da okuduğum İranlı film yönetmeni ve senarist Muhsin Mahmelbaf'ın tek perdelik bir ‘dram’ı aklıma geldi: 'Başkasının Ölümü'… Tam da bu mevzuyu konu edinen muhteşem bir dram… Kazanacağı savaş ile Başkumandan olmayı hedefleyen bir general, yüksek teknoloji ile donatılmış karargâhta büyük bir imha harekâtına ve binlerce kişinin ölüm emrini vermeye hazırlanırken, sabaha karşı odasına davetsiz bir misafir gelir. Başkasının ölümüne çok kolay karar veren bu Komutanın odasına gelen bu davetsiz misafir Azrail'dir. Azrail, can vermenin hiç de kolay bir şey olmadığını gösterir ona. Başkalarının ölümü üzerinden ikbal hesapları yaparken, kendisinin de bir gün ölebileceği aklının ucundan bile geçmez. Tabii önce bir komutan edasıyla, Azrail'e diklenir. Sonra o kibirli vücudunda ve uzuvlarında yavaş yavaş yürüyen ölümün etkisini hissetmeye başlayınca, mesela bir kolu hareket etmez olunca, yumuşamaya ve Azrail'den kendisine mühlet vermesi için yalvarmaya başlar: Kendisini bekleyen ikbalden, daha yapacak bir çok işinin olduğundan, arzu ve emellerinden bahseder ona. Oyun bu minval üzere sürüp gider. Ama yukarıda izah etmeye çalıştığım bu insan psikolojisini anlamak bakımından, son derece başarılı ve önemli mesajlar içeren bir dram. Özetle, başkalarını öldürmek üzerine ikbal hesapları yapanlar, onun ateşi ve ihtirası ile yanıp tutuşanların aklına hiç bir zaman kendilerinin de bir gün ölecekleri düşüncesi gelmez.

İnsanı terbiye eden, o azgın ihtiraslarına gem vuracak olan da ancak bu ölüm duygusunu derinden hissetmesidir. Bundan dolayıdır ki, atalarımız, cami avlularına, camilerin giriş-çıkış yollarının etrafına kabirler, şehirlerin giriş-çıkış yollarına kabristanlar koydular. Ölüm duygusunu, bu arzu ve ihtirasları söndüren hakikati diri tutmak için bu feraseti gösterdiler.

Hülasa, binbir hassa ile donatılmış, binbir meziyet ve güzelliklerin tohumu ekilmiş insanın gönül bahçesinin yeşerip bir gülistana dönüşmesi için muhtaç olduğu ışık ilahi nur, muhtaç olduğu ısı ve su ilahi rahmet ve şefkattir. Ondan mahrum, ondan beslenmeyen her gönül, yeşerse dahi, bir süre sonra sam yelinin kavurup yaktığı, kararttığı, toza dumana boğduğu bir bozgun yerine döner. Bu, ilâhî sünnet kanunudur ki, Allah'ın sünnetinde bir değişiklik olmaz.

 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir