MEHMET ALİ BAL
Kadim İslam Şehirleri Sakinlerini Ararken
Zaman olur bazı kitaplar, fikirler ve düşler önem kazanır. Bu günlerde aklıma nedense Farabi’nin Medine-tül Fazile’si kendine has çağrışımlarıyla tahtını kurdu. Farabi bu kitabının ismine uzaktan bakıldığında “Erdemli Şehri” anlatıyor diye düşünebiliriz. Hâlbuki kitabın isminin tam hali “Ara-yi Ehl-i Medine-tül Fazile ve Muzadatuha” Erdemli (Manası itibariyle İdeal) Devlet Sahiplerinin ve Karşıtlarının Fikirleri’dir. Farabi kadim felsefenin kavram ve dizgesiyle ideal devlet sahiplerinin ve karşıtlarının özelliklerini anlatır. Yönetimi ideal bir yöneticide tecessüm ettirir. Ben de İslam’ın kadim şehirlerinin kahramanlar ve gezginler gibi İslam beldelerinde sahiplerini ve sakinlerini arayışlarını yazacağım. Bilinmeli ki bu arayış sadece bu yılın değil, bütün bir yüzyılın belki daha fazla asırların ıstırap veren bir tarihidir. Nasıl ıstırap vermesin ki? Ziya Paşa acı bir dille söyler:
“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.”
Merhum Akif’te ise bu hal daha fazla ıstırap, acı, hüzün ve yalnızlık vadisine gömülmüştür:
“Geçen varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından
Şu yüzbinlerce yurdun kanlı, zairsiz mezarından
Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzarından
Bu matem kim bilir kaç münkesir kalbin gubarından
Huruş etmekte, son ümmidinin son inkisarından”.
Bu öyle bir haldir ki Akif feryat figan eder:
“İlahi kimsesizlikten bunaldım, aşina yok mu?
Vatansız, hanümansız bir garibim… Mülteca yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bari bir “Yok!” der bir sada yok mu?”
Bir asır sonra İslam Dünyası’nda aynı manzaraları yaşamak ne kadar da acı! İslam Dünyası’nda yangınlar, pandemiler ve yıkımlar içinde garip kıyafetli insanlar dolaşıyorlar. Ellerinde bilmem kaç asırdır destekçileri eğri sopalarına yaslanarak mahallelerin ücra sokaklarına kadar giriyorlar. Yeni zamanları, yeni insanları arıyorlar. İşte saçlarından kan, zulüm ve hüzün damlayan Kudüs! İşte hakiki Ensar ve Muhaciri bekleyen, gözü yaşlı anne Medine! İşte kahraman, asil oğullarını ve akıllı evlatlarını kaybetmiş, yeniden fethini bekleyen Mekke! İşte manevi yıkımların enkazında ihtişamını arayan İstanbul! İşte gözyaşları Nil’e dökülen, kendi haline kahreden Kahire! Ve daha niceleri…
İşte bu garip insanlar dolaşıyorlar İslam Dünyasının serapa yanmış, yıkılmış beldelerinde. Ellerinde isyan, hüzün ve figan bayrakları; alınlarında soylu bir kader ve kadim mühürler… Heybelerinde asırların birikmiş acıları, gençlerinin yıkılmış hayalleri ve masum çocukların yese mahkûm edilmiş gelecekleri… Arayanların gözlerinde hala ümit var. Israrla, heyecanla arıyorlar. Kudüs, “İbrani Âlimlerin Kudüs’ün Fatihinin alametlerini gördükleri Ömer’ini arıyor. Dilinde ve gönlünde Hüseyni figanlar yanarken cayır cayır…
Altın v gümüşe boğulmuş Körfezlerden imdat çığlıkları yükseliyor. Günahın, zulmün ve duyarsızlığın yığıldığı adeta gökdelenlere ve burçlara dönüştüğü utanç zirvelerinde adsız insanlar ve şehirler ağlıyorlar. Ağlıyorlar ki inciler incinmiş, İslam’ın bayrakları sinmiş kalmış lüks binaların dehlizlerine…
Bu ne hüzündür Allah’ım? Baharı kışa dönmüş coğrafyamızda Şam’ın tadı zehre inkılap etmiş. Güzeller güzeli Bağdat haramilerin eline düşmüş. Bahadır oğulları İslam’ın Semerkant, Buhara, Taşkent ve kardeşleri gözyaşı bile dökemez hale gelmişler. Öyle yas tutmuş ki Delhi, Taç Mahal bir gözyaşı damlasına dönüşmüş. Başları eğik insanlar gibi Mahmud’unu, Celalettin’ini, Ahmet Faruk Serhendi’sini arıyor…
İşte böyle bir dönemde, İslam’ın ve zamanın kadim evlatları Kudüs, Medine, Mekke ve kardeşleri bir arayış içindeler. Ama fark edilmiyorlar nedense. Kudüs belki Aramice konuştuğu için kimse anlamıyor dilinden. Mekke samimiyet ve akideyi, gözyaşlarını arıyor; Medine ise merhameti, fazileti ve iyiliğin kudretini…
Bu nasıl bir zaman dilimidir Allah’ım? İslam’ın her parçası bine bölünmüş. İstanbul’un oğulları, aileleri parçalanmış, Saraybosna’sı yaslı, Üsküp’ü kırık, hatta Tuna’sı gözyaşlarıyla çağlayarak akar, ulaşırım belki İstanbul’a diye… Tebriz’i, Isfahan’ı, Şiraz’ı uzak düştüklerinden beri kardeşlerine acem seccadeler gözyaşlarıyla ıslanmıştır…
Zulüm, sefalet, madunluk yapıştığından beridir hasret-i gurbet ve nazenin hıçkırıklar asılmıştır bu asrın boynuna… Matemin büyüğü ise kadim muhafızlara düşmüştür. Ne zaman buğulanan gözleri ve tüllenen hüznü görsem aklıma Kudüs gelir, Mekke ile Medine gelir, Üsküp gelir, Saraybosna gelir, adı gibi kıyılmış Kırım gelir… Ne zaman bu aile bir çadırın altında huzur, adalet, merhamet, yetkinlik ve akide sütunlarını bir arada tutacak? Ne zaman biri diğerine ağlayacak, yardımına koşacak? Bilen var mıdır acaba? Acaba gelen yıl, fetih haberleri gibi önce nefislerde sonra da toplumlarda kıyam müjdeleri getirecek midir? Kudüs kıyama muktedir, dosdoğru ve sırat-ı müstakim üzere yürüyen yiğitlerini bulabilecek midir? Bütün kusur, günah, zulüm ve pisliklerden arınmışları bekleyen Mekke ve Medine’nin bekleyişi sona erecek midir? Tuna ile Nil kavuşacak mıdır? Dicle ile Fırat’a vuslat mümkün olacak mıdır?
Zamanın karanlığından, soğuğundan evlerine sığınmış insanlar! Önce kalbinizi ve ruhunuzu bırakın yakarış yelkenlerinin götüreceği yerler için. Açın pencerelerinizi de ıssız, tekinsiz, dağdağalı sokaklarda zamanın eskitemediği özlemler ve sebat ile âşıklarını arayan Kudüs’e, Mekke’ye, Medine’ye, İstanbul’a Kahire’ye bakın… Akıllarınızı, ruhlarınızı ve kalplerinizi açın da sımsıkı sarın kadim sevdaları, kadim muhafızları! Onlar o kadar uzun bir felaketler ve helaketler yüzyıllarını yaşayarak geldiler ki, üzerlerinde yaralar var, bazıları düşmanlarının bazıları ise dostlarının kılıç yaraları… O yüzden şefkatle sarın…
Dilerim önümüzdeki zamanlar bu olağanüstü kavuşma anlarını yaşayacağımız, coğrafyamıza huzur ve emniyetin geleceği, dünyanın daha güzel bir yaşanası dünya olacağı, kadim zamanların saadetli asırlarının geri döneceği, ışıltılı ve hayırlı zamanlar olsun… Şehirlerimiz insanları ve kâşaneleriyle mamur olsun, faziletli yöneticilerinin akılları aydın ve basiretleri keskin olsun. Olsun ki, “Bulundum ben dahi Dar-üş-Şifa-ı Babıali’de/ Felatunu beğenmez anda çok divaneler gördüm” diyen Ziya Paşa’nın ikazına bir asır sonra olsun uyulsun. “İlahi kimsesizlikten bunaldım, aşina yok mu?” diye figan eden Akif’e bir ses verilsin! Yalnız, garip, çaresiz, mağdur ve mazlum İslam Dünyasına bir nefhayı hayat olsun…
Bütün bu dileklerimin de ötesinde arzu ederim ki, Kadim şehirlerimizin içleri huzur, güvenlik, ticaret, bereket ve bollukla dolsun… Yine dilerim ki güvenliğin, zenginliğin, kendini gerçekleştirme arzusunun ve teknolojik ilerlemenin ve bizim ülkemiz açısından cazibe merkezi olmanın en açık göstergesi olan seyahat güzergahları dopdolu olsun. Mutlu aileler, başarılı iş adamları, parlak yöneticiler, sanat ve ilim erbabı doldursun seyahat araçlarını ve turizm merkezlerini… Ve herkesin yüzü mutlulukla dolsun… Aklımıza, bilgimize, kalbimize ve duygularımıza güzel görünen de budur…