Kendini Eskiten Resim II

MEHMET ÇETİN
Kendini Eskiten Resim II |ÖYKÜ|
 
Uyandım.
Sanki yıllar süren bir uykudan uyandım.
Sanki hayatım boyunca uyumam gereken, uykudan beklenebilecek her şeyi veren bir uykudan uyandım.
Doymuş gibi, kurtulmuş gibi, yenilenmiş gibi, eksiksiz ve fazlasız gibi, anlamış ve anlaşılmış gibi, bütün ağırlıklarından kurtulmuş, bütün eksiklerini tamamlamış gibi uyandım.
Bulmuş gibi, bulunmuş gibi, arınmış gibi uyandım.
Uyandım.
Yıllardır yüzlerde ve kendi yüzümde aradığım bir yüzle uyandım.
Bir yüz resmiyle.
Bir resim, bir yüzün resmi.
Bir fotoğraf gibi, bir hayal gibi değil düpedüz bir resim, yağlıboya bir tablo gibi bir resimle uyandım.
 
O gün sıkıldım münzevi yaşamaktan. Kendimi kimsesiz bir yerde yaşamaya mahkum etmekten belki bir doygunluk belki de bir pişmanlık duydum. Birileri olsun, bu resmi anlatacağım, bu resmin bana bir lütuf gibi gelişini söyleyebileceğim, coşkularımı, sevinçlerimi, yenilenişimi, her şeye yeniden başlayabilecek bir canlılığa kavuşmuşluğumu, korkularımın sevince, vehimlerimin muştuya dönüşmesini, benden yeni bir benin doğuşunu anlatabileceğim, gökyüzünü, toprağı, ateşi, suyu, yaprağı ve bütün bunların ortasında kendimi yeniden buluşumu dinleyecek birileri.
Ama kimse yoktu, kimsenin ulaşamayacağı kadar uzaktım.
 
Büyülemişti beni tablo. Nerdeyse canlı bir varlık gibi geliyordu bana. Musa heykelini yaptıktan sonra karşısına geçip konuş benimle diyen Michael Angelo’yu çok iyi anlıyordum şimdi. O benimle konuşur muydu bilmiyorum ama ben onunla hep konuşacağımdan emindim.
Kimsesiz bir yerdeydim nasıl olsa.
Nasıl olsa kimsenin deliliğimi ima eden bakışlarıyla karşılaşmayacaktım.
Ve kimsenin olmadığı her zaman sesli ve sessiz konuşacağım onunla.
Bana delilik yaftasını takmalarını bile umursamayabilirdim.
 
Yazmayı denedim gördüğüm tabloyu.
Yüzü hiç tanımadığım kadar yeni, yıllardır tanıdığım kadar eskiydi. Sanki bana, sadece bana bakıyordu. Beni gören, beni bütün halimle gören ve gördüğünden memnun, nasıl bakmasını istiyorsam o şekilde bakan, dört mevsimi tek bir mevsimde toplayan ve dağıtan, eksiltmeden alan eksilmeden veren, yeni olamayacak kadar köklü, eski olamayacak kadar canlı, kendini önemli ve değerli kılan, önemsizleştirmeden, değersizleştirmeden, birlikte gidilebilecek kadar uzaklıktan, birbirine karışacak kadar yakınlıktan bakan bir bakışla.
Her şey haline gelen, her şey haline getiren bir bakışla.
 
Şiir gibi bir şey çıktı yazdıklarımdan. Güzel, derin, coşkulu ve anlamlı. O kadar işte. Ama resim bundan çok daha fazla bir şeydi. Yazıyla ne kadar anlatılabilirdi ki bir resim. Nihayet yazının ve yazanın imkanlarıyla, okuyanların idrakiyle sınırlıdır bir metin.
Günlerce yazdım.
Bir yandan tekrar hayata karışmak bu resmi, bu resmin bende doğuşunu ve beni doğuruşunu paylaşmak istiyordum dostlarımla…
Bu isteğimi gemleyerek belki unuturum diye yazdım, durdum.
Gene de bir şeyler eksik kalıyordu.
Kendimden beklemediğim kadar iyi olmasına rağmen yazı yetmiyordu resmi anlatmaya.
Aşk, gibi, iman gibi, cezbe gibi…
 
Zamandan habersiz sürekli yazıyordum. Bir gün, yazmanın imkansızlığını anladığım bir gün birden aklıma bana bahşedilen tabloyu resim olarak yapmak geldi. O an kararımı verdim. Başka zaman gülüp geçeceğim bu fikir en küçük bir şüphe ve tereddüt uyandırmadan mümkün göründü bana.
Hemen az sayıda eşyamı ve yazdıklarımı toplayıp yola koyuldum.
Yazdıklarımı çok beğenmiştim, ama yayınlamayacaktım. Bana bahşedilen bir hazineden maddi ve manevi en küçük bir yarar sağlamak küçültücü geliyordu. Belki öldükten sonra, belki de hiçbir zaman…
 
Tekrar eski hayatıma döndüm. Çok insan sevinmiş gibi karşıladı beni, çok az insan sevinç ve üzüntüyle… Çok büyük bir kısmı gidişim ya da kaçışım gibi dönüşümü de fark etmedi… .
Kimsenin umurunda bile değildim. Kimseyi umursamadan yaşayan birisi için beklenmedik bir şey değildi karşılaştığım sonuç.
Hemen bir resim kursuna başladım ve daha ilk günden itibaren o resmi yapmaya…
Aylar geçti. Resim de ilerliyordum, hatta benimle başlayanlara göre oldukça hızlı ve başarılı görünüyordum. Öğrendikçe o resmi yaptım, o resmi yaptıkça öğrendim. Kim bilir ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama artık amatör bir ressam düzeyini bile aşmış bir noktaya gelmiştim. Belki yüzlerce eskiz, onlarca tablo yaptım ama en çok benzeyeni ile bile o görüntü arasında aşılmaz ve anlatılamaz bir fark vardı.
Çok daha iyi ressamlardan hatta araya adamlar koyarak alanında çok iyi olanlardan ilave dersler aldım.
Ama sonuç umutsuzdu.
 
Benim gördüğüm resim adeta tuvale aktarılamaz gibiydi. Ne şekil ne renk ne ışık ne perspektif ne de çerçeveleme… Ne kadar rengi birbirine ne kadar değişik oranlarda karıştırdıysam hiçbir rengi tutturamadım. Işığı hangi açıya göre yansıttıysam o tablodaki ışığı, adeta kendinden çıkıp aydınlatan ışığı yakalayamadım. Ne kadar uğraştıysam teknik olarak değil ama o resmin perspektifini bulamadım. Sanki o resim minyatür kadar perspektifsiz, üç boyutlu fotoğraf kadar tabloya aktarılamazdı. Hele bakışları… Bakışlarındaki o birbirine zıt anlamların o anlatılamaz birlik ve ahengi, o hangi açıdan bakarsanız bakın hep gözlerimle buluşan sırrı, renksiz ya da her rengi içinde barındıran çok renkliliği…
Bir imkansızlıkla boğuşuyordum.
Ne kalemin gücü yetiyordu o resmi tasvire, ne fırçanın…
Ne bildiklerim işe yarıyordu ne maharetim…
Olağanüstü bir olağanlık…
Bildiğimiz bir ışığın alışık olmadığımız bir ışıması
Tanıdığımız bir rengin hiçbir orijinalitesi olmayan esrarlı hali…
Hele gözleri….
Yitik ve bulunmuş, yüzeysel ve derin, aydınlık ve karanlık, kendine çeken ve kendinden uzaklaştıran, aynı anda hem içinde hem dışında yüzdüğünüz, kuşatan ve sizi kendi halinizde tutan, suskun ve konuşkan gözler…
Artık kabul etmem gerekiyordu…
Bir rüya değil bir rüyetti bu resim.
Yapılması ya da anlatılması imkansızdı. Dünyanın en usta ressamı, en iyi yazarı olsam da imkansızdı.
Artık umutsuzluğa kapılmaya, yenilgi mi kabullenmeye başlıyordum.
Ve düşünmeye başlıyordum.
Ve düşündükçe mazeretler geliyordu aklıma. Bu resim benim düşündüğüm, hayal ettiğim, aklımın, zihnimin, duygularımın yarattığı bir görüntü değildi ki resmedebileyim. Nerden, hangi kaynaktan gözlerime mi, gönlüme mi indiğini bilemediğim bir suret nasıl resmedilebilirdi ki!
Hem bütün bu resme ait anlamlar ve özellikler suretin kendisinde miydi yoksa benim o an içinde bulunduğum o olağanüstü halde mi? Yani duygularımın sonucu muydu o resim, resmin yarattığı duygular mı?
Sorular başarısızlığımın yükünü azaltmaya başladı.
Gittikçe seyrekleşen, zaman zaman yeni bir heyecanın harekete geçirdiği teşebbüslerden sonra artık kalemi ve fırçayı bir kenara bıraktım.
Bıraktım ama o resim, şimdi görüntü diyorum beni hemen hiç bırakmadı.
Bütün canlılığı ve tazeliği ile, hiçbir anlam kaybına uğramadan, eksilmeden yaşamaya devam etti.
Ben de devam ettim yaşamaya.
Her şey eskisi gibi devam ediyordu dış görünüşte ama eski tadında ya da tatsızlığında değildi. Bir şeyler değişmişti ama nelerin, nasıl, ne kadar değiştiğini sorsalar kolay kolay cevaplayabileceğimi sanmıyordum.
Değişmemiş gibi bir değişmişlik, değişmişlik gibi bir değişmemişlik.
Hayat hızla akıyordu. Ama ben hayatın hızına göre yaşantımı ayarlama düşüncesini eskisi kadar önemsemiyordum. Sokakların, yazılı ve görsel yayınların ses ve görüntüleri eskisi kadar meşgul etmiyordu beni. Yüzlerim sanki çok azalmıştı. Sanki yüzümü o resme göre oluşturmaya başlamıştım. Daha önceki yüzlerimle şimdi sayısı azalan yüzlerim arasında fark edilecek kadar büyük bir fark da hissedilmiyordu her halde. Sesim daha yumuşamış, sesimin ve yüzümün karanlığı azalmıştı. Cümlelerim genişlemiş, duygularım yatışmış bir canlılık içinde gibiydi.
Hep gibiydi diyorum çünkü bütün bunların hiçbirinden emin değildim.
 
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.
Sabaha kadar çalıştığım, uyumadan işe gittiğim eve neredeyse pelte gibi döndüğüm ve yorgunluktan bitip tükenmişliğime rağmen uyuyamadığım, uykunun baskısıyla bir türlü uyuyamamanın gerginliği arasında kıvrandığım bir günün gecesinde hiçbir şey düşünmeden tuvalin karşısına geçtim. Rahatlamak, uykuya yumuşak bir geçiş yapmak, uyumamı engelleyen yanımı yatıştırmaktı bütün istediğim.
Fırça mecalsiz ve iğreti hareketlerle tuvalin üstünde geziniyordu. Resim yapmaya ait hiçbir bilgi ve ustalığımı kullanmıyordum. Fırçayla birlikte zeminin üzerinde amaçsız bir şekilde geziniyordum.
Sonra….
Sonra ne olduğunu, bana ne olduğunu bilmiyorum. Bir şey diriltti, canlandırdı, bir tarafımı hiç farkında olmadığım, hiç kullanmadığım bir tarafımı harekete geçirdi sanki. Fırça daha istikrarlı ama sanki bir resmi taklit ediyormuş gibi bilinçli ve kendinden emin, en uygun rengi buluyor, en uygun hareketlerle, kendine has bir iradeyle, emin olduğu bir sonuca doğru ilerliyordu.
Bütün hatırladığım bu kadar.
Sonrası kendinden geçiş ve uyku.
Uyandığımda ilk günün tazeliği ile karşımda duruyordu tablo. Ama bir rüya, rüyet ya da görüntü halinde değil düpedüz tablo olarak… Eksiksiz ve fazlasız haliyle…
İnanamadım.
Defalarca kendimi, tabloyu, resim malzemelerimi, biten bir resim sonrası haliyle odamı kontrol ettim.
Gerçektim.
Odamdaydım.
Tabloyu yapmıştım.
Yapmış mıydım? Bilmiyorum, asla da bilemeyeceğim. Tablo benim elimden çıkmıştı ama hangi fikirle, hangi duygu ile, nasıl bir bilinç ve kendindenlik halinde ortaya çıktı bilemiyorum.
Çok az insanın yakaladığı hayatının amacını gerçekleştirmiş olmanın, kendini daha var ve ölümsüz hissetmenin, evrende varlığına bir yer ve yatak bulmanın güven ve kıvancı, kendini bir şeye ait ve kendine ait olanları hissetmenin mutluluğu, huzur ve dinginlikle iç içe heyecan ve coşkusu bir mevsim gibi kuşatmıştı benliğimi.
İnanılmaz olan gerçekleşmişti.
İnanılmaz bir resim gösterilmişti bana ve ben inanılmaz bir şekilde başarmıştım o resmi yapmayı.
Bu O’nun resmiydi.
 
İçim içime sığmıyordu. Hayır içim içime, dışım dışıma sığmıştı ilk defa. İlk defa evrenle kendi evrenim arasında doğan ahengin durgun cezbesinde yüzüyor gibi hissediyordum kendimi.
 
Alıp tabloyu O’na götürmek, göstermek istedim. Fırsat kalmadan iş çıkışı yolda karşılaştık. Bir kahveye oturduk. Gözlerinde her zamanki belirsizlik, isteklilikle isteksizlik, okumakta ve anlamlandırmakta zorlandığım bakışlar. Bir canlılık, bir ışık doğar umuduyla, gözlerim ışıl ışıl;
– Bir tablo yaptım, dedim.
– Nasıl bir tablo?
Bu soru olmayan bir soruydu. “Ne olmuş yani, resim kursuna giden herkes tablo yapar zaten” der gibi, hatta “bana ne, ne yaptıysan yaptın” diyen ve cevap beklemeyen bir bakışla baktı. Nezaketen, hatır için bile ilgilenme ihtiyacı duymadı.
Bir açıklama yapmadım ben de. Sustuk uzun uzun. Konuşacak ne kadar çok şey vardı halbuki.
Gözlerinde sevgi ve ışık belirdi birden;
– Eee, dedi.
Nihayet tabloyla ilgilendi galiba diye zayıf bir sevinç dalgası gelip geçti içimden.
– Ne eee.
İstiyordum ki, tabloyu sorsun, tabloyu anlatayım, tablonun kendisine de ait olduğunu, tablonun hikâyesinin kendisinin de hikayesi olduğunu…
– Başka ne var ne yok.
“Başka ne var ne yok”. Şimdi nasıl anlamalıydım bu soruyu, Tabloyu boşver, başka şeylerden konuşalım mı demek istedi yahut “Konuşacak konu bulamıyorsan tablo hakkında bile konuşabiliriz mi?”
Öfkelenmiştim. Öfkem beni de kuşatan bir hızla dalga dalga kabarıyordu.
– Başka bir şey yok” dedim öfkemi zapt ederek. Başka bir şey yok.
Hemen kalkmalıydım aksi halde öfkem beni ele geçirecek, çirkinleştirecekti.
Her şeye rağmen O’nun hafızasında yüzümün çirkin görüntüleri kalsın istemiyordum. Bütün gayretime rağmen yüzüm bir fotoğraf karesi gibi donup kalmış, sesim mekanik bir ses kadar bütün tonlarını ve derinliğini kaybetmişti.
Hesabı ödeyip kalktık. Birlikte yürüyecek yolumuz vardı daha. Ben bir an önce kaçıp tablomla baş başa kalmak istiyordum.
 
………
Devam edecek (2 bölüm daha var)
 
____________________
Mehmet Çetin’i Rahmetle ve Özlemle Anıyoruz

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir