Kırık Bir Aşk Hikâyesi Leylâ vü Mecnûn Oyunu

FUNDA GÖKÇEN
Kırık Bir Aşk Hikâyesi Leylâ vü Mecnûn Oyunu
 
Bazı şeyler vardır ki maziye sığmaz, öyle ki kitaplara bile sığmaz, dolup taşar insanın dimağından dışarı. Yazıya, sese, perdeye aktarılır da oyuna dönüşür bir bir bu ölümsüz aşk hikâyeleri. Evet, Leylâ ile Mecnun’dan söz ediyorum. Literatürümüzde öyle bir metafor haline dönüşmüş ki âşık deyince Mecnûn, mâşuk deyince Leylâ gelir hep aklımıza. Söylerken bile içim titriyor, adlarını anmanın bile sevap olduğunu zannediyorum nedense.
"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehittir." buyuruluyor ya hadis-i şerifte…
 
Peki, bu dillerden düşmeyen ulvi aşk hikâyesinin çıkış noktası nedir sizce? Kısaca araştırdım sizler için ama sıkmak istemediğimden öyle ansiklopedik bilgilere, kaynak notlarına gerek duymuyorum. Yalın bir dille yorumlamaya çalışacağım, hislerim doğrultusunda.
 
Bulduğum pek çok kaynakta bu olayın yaşanmış bir hikâyeden oluştuğu söyleniyor. Bazı kaynaklara göre de kurgulanmış anonim bir halk efsanesi. Bir rivayete göre ise Araplardaki hükümdar ailesinden bir gencin yaşadığı aşkı, Mecnûn’a mal ederek anlatıp kendi şiirlerini bu şekilde ortaya koyduğu söyleniyor.
 
Bu efsanenin nasıl ortaya çıktığına dair rivayetler farklı farklı olsa da Mecnun’a atfedilen şiirleri ilk kez derleyen İbn Davud İsfehani imiş. Ebu Bekir Valibi ise hikâyeyi güvenilir ravilere dayandırarak yazıya geçirmiş. Bu bakımdan Leylâ ile Mecnûn hikâyesinin ilk yazılı membaı Ebu Bekir Valibi’nin eseri sayılıyor dedikten sonra kronolojik sırasıyla devam ediyorum anlatmaya.
 
Leylâ ile Mecnûn deyince hepimizin aklına hemen Fuzûlî geliyor öyle değil mi?
 
Hâlbuki bu hikâyeye dair yazılan ilk mesnevi Genceli Nizami’nin yazdığı Leylâ ile Mecnûn eseriymiş. Eski Türk edebiyatında hamse geleneği vardı. Aynı şair tarafından kaleme alınmış beş mesneviye o zamanlar hamse denirdi. Bir hamse, yani beş mesnevi yazan şair yeteneğini tescillemiş olurdu. Bu bağlamda geleneği başlatan sanatçı da Genceli Nizami'dir diyebiliriz çünkü kaynaklar öyle olduğunu söylüyor.
 
Daha sonra Fuzûlî de başta olmak suretiyle onlarca şair bu efsaneyi işlemiş ve günümüze kadar aktarılagelmiş.
 
Hikâyeyi kısaca özetleyecek olursak:
 
 Kays ile Leylâ’nın ailesi ve kabilesi Necid’de çadırda yaşarlar. Kays ile Leylâ çölde hayvan otlatırlarken birbirlerini severler. Bu sevdanın duyulması üzerine Leylâ’yı Kays’a göstermezler ve Kays için ıstıraplı bir hayat başlar. Zaman geçtikçe Kays’ın Leylâ’ya olan sevgisi daha da artar ve Kays aklını kaybeder. Aklını yitirmesi üzerine Mecnûn lakabını alan Kays, kendini bilmez bir halde çölde hayvanlarla yaşamaya başlar. Onu iyileştirmek için ailesinin her girişimi sonuçsuz kalır. Leylâ, Mecnûn’a olan aşkına daha fazla katlanamaz ve ıstırap içinde ölür. Mecnûn da onun için ağıtlar yakıp aşkının acısını terennüm ederek çöllerde dolaşmaya devam eder. Nihayet bir gün çölde ölüsü bulunur. “
 
 Bu efsane beni her zaman çok etkilemiştir. Gerek Fuzuli’den gerekse İskender Pala’dan okuyunca daha da farklı bir kisveye bürünmüştü gönül dünyamda. Sonra duydum ki bu sezon sahnelenecek. Büyük bir heyecan içinde beklemeye başladım. Prömiyer, gösteriler derken nihayet beklediğim gün geldi ve nasip oldu izlemek. Fuaye salonuna girdiğim andan itibaren nedenini hiç bilmediğim kırık bir hüzün kaplamaya başladı içimi. İlerlerken karanlıkta içimden kayıp düştü ve kalabalıkta gözden kayboldu. Koltuğumu bulup oturduğumda ise bir de ne göreyim yanı başıma kurulmuş beni bekliyordu. Acı acı gülümseyerek ona bakarken, anlaşıldı dedim sessizce, bu oyunda da beraberiz çaresiz. Öyle tabi dermiş gibi tasdik etti beni ve izlemeye başladık. İnsanın her gittiği yere bir gölge gibi kederlerini de götürmesi pek de iyi bir şey sayılmazdı doğrusu. İyi olduğunu düşündüğüm tek bir şey vardı ki o da dolaştığım yerlere tıpkı parmak izlerim gibi hüznümü de bulaştırıyor olmamdı ve bunu yalnızca kendim görebiliyordum. Sonra Behçet Necatigil’in o muazzam şiirindeki dizeleri geliyordu aklıma. Hüznüm, solgun bir gül oluyordu dokununca ve hemen mırıldanmaya başlıyordum:
 
“Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca”
 
Ve perde!
 
Işıklar yandı. Bembeyaz kıyafetler içinde sanki bir zambak misali ışıldayarak Leylâ ve Kays geldi sahneye. Kays diyorum çünkü henüz mecnun olmamıştı daha. Biraz müzikal tadında araya serpiştirilmiş şiirler ile iki aşığın hayat hikâyesi ara ara sergileniyor arka fondan diğer oyuncular “Leyla gecenin koynunda bir kız, Mecnun göklerde parlayan yıldız. Bu bir yürüyüş değil, aşk iklimine bir seferdir.” diye vokal yaparak o muhteşem ânı pekiştiriyorlardı:
 
 Sahnenin her iki tarafından, anlatıcıların biri susup biri konuşuyor, sonra söz diğerlerine geçiyordu.
 
“Aşkı kim buldu, yolu doğruldu. Âşık ol âşık!”
 
Bu esnada ben gözyaşları içinde soluksuz izliyordum. Bir ara yanıma dönüp hüznüme baktım ki ne göreyim eriyip akmış ve bütün izleyicilerin üzerini çoktan kaplamıştı. Salona artık gözyaşları hâkimdi…
 
Kays şiir söylüyor:
 
“Sen Leylâ isen eğer, beni yakmaya hayalin yeter”
 
Leylâ ise aşkla dinliyordu.
 
Nihayet:
“Var mıyım ben, yok muyum; varsam niçin yokum, yoksam niçin varım?” diyerek Kays Leylâ’nın aşkından Mecnûn’a tebdil etti. Leyla kavuşmak için ona geldiğinde ise Leyla’dan Mevla’ya giden yolu bulan Mecnûn Hakk’ı bulduğunu söyleyerek reddetti sevdiğini. Leyla kahrından öldüğünde sahnede -temsili- tabuta konarak taşınırken hissettiğim duygular tam olarak insanın Leylâ Leylâ diye Mevlâ’sına kavuşmasının bir yankısı idi.
 
Bu hikâyeden şöyle bir çıkarım yaptım. Bütün yollar O’na gider. İki türlü aşk vardır varoluşta. Biri beşerî aşk diğeri ilahî… Yüce Rabbimiz önce cismanî aşk ile özümüzü temizleyip arınmış ruhumuzu ilahî aşka dûçar ederek huzuruna kabul buyuruyordu. Zira aşk acısı arındırıyordu insanı.  

Son kelam…
 
Değerli Genel Müdürümüz, aynı zamanda oyunun rejisörü Sn. Mustafa Kurt çıkışta tevazudan libasını kuşanmış, büyük bir nezaketle bütün konukları tek tek selamlayarak uğurladı. Yanına tebrik etmek için gittiğimde ise bana gösterdiği alaka ile hissettiğim duygular hakikaten insanı değerli hissettiren nitelikteydi. Sanatın güzellikleri onun ruhunda akisler bulmuş sanki. İşte Devlet Tiyatrolarına yakışan zarafet…
 
 

BIR YORUM YAZIN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir